10 Nisan 2014 Perşembe

YETİMHANELER NEDEN YANAR?



“Rüyamda bir vadinin ortasında dikiliyordum. Atların çektiği tahtası çatlamış eski beyaz arabalardan vardı. Galiba atlar beyazdı, tam hatırlamıyorum. Dağların etrafımızı çanak gibi kapattığı arazinin ortasındayım. Toprağın üzerinde bir kızıllık var, buradaki gibi değil de daha sağlıklı bir kırmızı. Yer yer yeşil otlar, katır tırnakları toprağın üzerinde lekeler yapıyor. Gözünün alabildiğine kızıl yeşil sahra. Beyaz arabanın sürücüsü yok ama ben biliyorum ki bu ıssızlığa tek başına gelmemiş, arabanın içine biri kıvrılıp yatmış. Arabaya yaklaşınca atlar hiç ses çıkarmıyor, kulakları bile kıpırdamıyor. İçime bir ürperti düşüyor. Sis grisi palto giymiş adamı dürtüklüyorum. Uyanırsa kötü şeyler olacağını biliyorum ama uyandırmam lazım ki azarlama bitsin. Bağırsın, canımı yaksın, etimi kıstırsın da çabucak bitsin. Adam uyanırken sanki çenesi kerpetenmişte dişlerini emermiş gibi sesler çıkarıyor. Sersemlemeden doğruluyor, ne gözlerinde mahmurluk, ne de esneme var. Çenesi kocaman ve kirli sakallı, aynı hayal ettiğim gibi yüzünün altı kerpetene benziyor. Nefesindeki portakal kokusunu duyunca anlıyorum ki o benim... Anladın işte... Saçmalık ama... O şeymiş, Büyük Haşmetli, Kainatın ve Nefsin yaratıcısı işte. Tırnaklarının zar zor gözüktüğü kocaman elleriyle ensemden kavrayıp yüzüne çekiyor ve kafamın üstünü öpüyor. Öptüğü yerde kafam hafiften karıncalandı bir de. O an anladım ki nefesi portakalın eti değil, beyaz acılığı kokuyor. Ona ‘Yaşlı herif’ diyorum. ‘Benden daha genç duruyorsun.’ Bana kopmuş kanatlarıyla ne kadar yavaş ölürse o kadar mutlu olacak çocuğun sineğe baktığı gibi bakıyor. Uyurken sırtını verdiği yığınların üzerindeki battaniyeyi eliyle çekiyor. Ben onları kasa sanmıştım fakat onlar kafes çıkıyor. Diz boyunda, paslı şeyler. İçlerindeki koku içimi kaldırıyor.
İdrar ve ıslak ekmek. Kafeslerde çocuklar var. Öyle iri bir horoz anca ayakta duracağı kafeste iki büklüm olmuşlar. Kirin, pasın, tüylerin içinde derilerinin pembeliği belli oluyor. Kaç yaşındadırlar? Beş mi? Altı mı? Arabanın arkasına akılla sığmayacak kadar çok kafes var. Arkaya doğru üst üste yüzlerce. Arkadaki kafeslerden birindeki kız çocuğu güç bela boynunu çevirip bana bakıyor. Bir insana uzun süre bakarsan eninde sonunda gülümser, konuşur, kafasını eğer, esner. Çocuklar öyle değildir, dediğimi idrak ettin mi? Bunlar o sıradan çocuklardan da beter. Ağlamaktan korkar gibi kısık kısık bakıyorlar. O kızıl toprağın üzerinde 600 sene gözlerinin eriyiğine baksan öyle bakacak çocuklar. Sonra kafeslerin içindeki tüylere bakıyorum bunlar öyle rastgele dağılmış değiller. Tüyler çocukların derisine dikilmiş. Gelişigüzel, zımbayla, zamkla, domuz bağırsağıyla topak topak, her yerlerine tutturulmuş. Uzun düşüşten beri ilk kez ağzım karıncalanıyor. İhtiyar çocuklara baktığımı görünce kafesten bakan kıza demir bir sopayla vuruyor. Kız başını kaldırdığında kuru bir tıkırtıyla dişlerini yuttuğunu işitiyorum. Ağzını açıp bana kanayan diş etlerini göstermeye çalışıyor. O an iç karartan bir düşünceyle gülüyormuş zannediyorum.
Yaşlı adam bir daha böyle bir şey yaparsa onun elini tutarım diyorum; sonra o kadar da emin olamıyorum. Kollarım omuzlarımdan itibaren yokmuş, uyuşmuşum. En sonunda içimde büyük bir karanlık varmış diye düşlüyorum o karanlığın içinde kırılıp içine doğru bükülen bir kurtçuk delik oyuyor. O deliğe doğru dışarıdan içe doğru akıyorum, o deliğin içine tamamen akarsam buzsuz bir soğuk, mevcudiyetimin son ipliğini de kemirip, kalan yokluğu o kurtçuğa teslim edecek. Yok olmadan önce babama dönüp ‘Bu insanlara ne yaptın?’ diye soruyorum. 
Soruyu bekliyormuş gibi hemen heyecanla atılıyor: ‘Onlar insan değil, yetişkin insanlar değiller. Onlar çocuk ve bu çocuklar bütün diğerleriyle birlikte senin evinin misafirleriler. Onlar büyür ve aklıyla benim evimin yolunu bulurlarsa, benimdirler. İşte böyle.’ Babam onların doğumla gelen masumluklarıyla alay etmek için üstlerine diktiği tüylerden birini koparıp yüzüme üflüyor ve ben o tüyün süzülmesini düşlerken içimdeki karanlığı yiyen kurdun midesine doğru kayıyorum. Tıpkı tüy gibi.”
İsrafil onun devam etmesini bekledi. Devamı gelmedi.
“Ona yaşlı adam mı dedin?” diye sordu.
İblis damağını yaladı.
“Buna mı takıldın?”
“Sen ona yaşlı adam demezdin, ona...”
“Konu o değil çemçük ağızlı klarnetçi seni...”
“...Baba derdin,” dedi İsrafil.
İblis, Babil’in küllerinden eski soluğunu tuttu. “Bunu söylemem pek iyi değil; yine de sence bir anlamı var mı?”
“O’nun mu?” dedi İsrafil yumuşak sesiyle. Bu anlayış o sırada dünyanın en anlayışlı insanlarından birini* uykusundan uyandırıp balkondan atarak canına kıydı. 
“Hayır,” dedi İblis. “Ben o’nu* hiç tartışmadım. Hayır, rüyanın bir anlamı olabilir mi?”
İsrafil “Baya sembolizm yüklü acayip bir şeydi; yine de sanmıyorum. Hayır, rüyalar nadiren manalıdır. Manalarda nadiren işe yarar. Bu sadece bir rüyaydı. Kıçın açıkta kalmış kardeşim.”
“Haklısın,” dedi İblis, asla uyumadığı gerçeğini dile getirmeden. Elinde oynadığı tüyü üfledi ve Anadolu’ya doğru yüksekten süzüldü. Ufak kasabadaki yanan yetimhaneye dek nefesini tuttu. Ufukta kırılan güneşin enfes ışıklarına bile bakmadı. O’nun yolları esrarlıydı fakat İblis yanan bir binaya direkt müdehalenin önemini bilecek kadar ateş görmüştü. Nihayetinde kurtarılması gereken çocuklardı. Canını dişine takarak süzüldü emekli melek.



­_____________________________________________________________________________
*İblis tam bu noktada bir bilgilendirme notuyla müdahil olmamı istedi. Buradaki çocukça imla oyunu tamamen kendisine aittir. Düşüşünün mimarlarından olan varlığa,  herhangi bir yücelik vasfını, herhangi bir mecrada yakıştırma taraftarı olmadığını ısrarla belirtti. Yani bunun ne yazarın dehasıyla ne de değerli editörlerin dikkatiyle alakası yoktur. Hassas edebiyat takipçileri lütfen dergiye, editöre küfürlü mektuplar yollamasın. 

Tolga Aydın 

1 Ekim 2013 Salı

KUZEY RÜZGARI ÖLÜM KOKAR



                                                                Çizer: Yiğit Aydoğan


            Sokağın ucunda yanan gece lambasının ışığı titriyordu. Uzun dar bir sokaktı. Yarım saat önce durmuş yağmurun ıslattığı kaldırımlar, titreşen ışığın sönük aydınlığıyla parıldıyordu. Derin bir sessizlik hâkimdi bu tekinsiz sokağa. Mezar kadar sessiz ve mezar kadar soğuktu. Zaman zaman gecenin bağrından sökün eden sert bir rüzgâr esiyordu sokak boyunca. Birkaç kepengi tangırdatıp ürkütücü sesler çıkararak gecenin dipsizliğine geri gidiyordu. Sokak boyunca sağlı sollu bakımsız ve çoğu metruk evler sıralanmıştı. Bazılarının alt katlarında çeşitli dükkânlar vardı. Tozlu vitrinleri gece lambasının hayaletimsi ışığını yansıtıyordu. Fakat her yere ulaşamıyordu o titrek ışık. Merdivenler… Bodrum katlara inen merdivenler vardı. Birkaç basamağı ışıldıyordu fakat geri kalanı… Oradaki karanlık, dipsiz bir mağaranın ağzı gibiydi. Kim görebilirdi ki o siyahlığı mesken edinen isimsiz dehşetleri?
Sokak lambasının altında bir adam belirdi. Sokağın gölgeli köşeleri onu fark etmemişti ama adam dikkatle, uzanan karanlığı seyretmekteydi. Şehrin bu bölgesinde özellikle de geç saatlerde pek insan olmazdı. Fakat adam dışarıdaydı. Kendinden emin dik bir duruşla sokağı süzüyordu. Başında fötr şapkası, üzerinde de uzun bir pardösü vardı. Şapkanın yarattığı gölgeden yüzünü görmek imkânsızdı. Fakat duruşundan çelik gibi bir yüze sahip olduğu anlaşılıyordu. Bekledi adam sokağın aydınlık tarafında. Karar vermek… Siyahın yuttuğu tarafa adım atmak ya da aydınlığın insafına sığınmak.
Yürüdü adam kesif karanlığa, en kararlı adımlarla. Yavaş yavaş uzaklaştı gece lambasının ışığından ve attı kendini siyahın boyadığı sokağa. Ayak sesleri sokak boyunca yankılanıyordu şimdi. Ses çıkartmaktan çekinmiyordu adam, geceyi uyandırmaktan korkmuyordu. Hastalıklı havasını çekti ciğerlerine. Soludu geceyi. Siyah yoğunlaştı ve soluk ışık arkada küçük bir ayrıntı olarak kaldı. Bir uğultu… Rüzgâr buz gibi bir dokunuşla geldi. Bir hayalet gibi geçti sokaktan ve ardında zangırdayan kepenklerin irkilten müziğini bıraktı. Adam şapkasını güçlükle tuttu. Eski bir evin önünde büzülerek bekledi uğuldayan rüzgârın dinmesini. Ahşap bir korkuluğa tutunmuştu. Bodrum kata inen kaygan merdivenlerin eşiğinde… Elinin içinde ufalandığını hissetti korkuluğun, çürüyen tahtanın helva gibi dağıldığını…
Bir gıcırtı, ardından sessizlik…
Rüzgâr gecenin güvenli karanlığında yitti. Ne de olsa gece ustalıkla saklardı iblisleri. Adam, bir eli şapkasında öbür eli korkulukta sessizce bekledi. Yüzü seçilmiyordu fakat kuşku dolu bakışları aşağıya, merdivenlerin bittiği yerde sonuna kadar açılmış kapıya bakıyordu. Eşikte, içeriden sızan silik, sarı ışığın önünde, bir kadın silueti duruyordu. Çabuk bir el hareketi yapan kadın tiz ve heyecanlı bir sesle konuştu.
“Lütfen içeri gelin, bu soğukta dışarıda donarsınız. Evimiz sıcaktır lütfen misafirimiz olun.”
Adam tereddütle süzdü kadını. Eşikte durduğundan gecenin kara gölgeleri oynaşıyordu yüzünde. Adam ifadesini anlamakta zorlanıyordu kadının. Bir saat önce duran yağmur yeniden çiselemeye başlamıştı şimdi. Kadın neşeli bir kahkaha attı.
“Bu kadar düşünecek ne var, ıslanmak mı istiyorsunuz yoksa?”
Küçük bir tebessüm dolandı adamın yüzünde ve yosun tutmuş merdivenlerden aşağıya doğru indi. Gevşek basamaklar ayaklarının altında gıcırdarken, dipsiz gecenin dibinden gelen adam tebessümünü korudu. Fakat o gölgeli sırıtışta neşeden eser yoktu.

Rutubet kokusu… Bu koku eve bir kere sindiyse orayı kolay kolay terk etmez. Her gizli köşede saklar kendini. En umulmadık yerlerden yayar pis kokulu nefesini. Anlayamazsın, giydiğin elbisenin kumaşından, yediğin yemeğin tadına kadar sarar etrafını. Fakat alışırsın, çünkü sen de kokmaya başlarsın zamanla. Fark etmezsin, ama rutubetin ekşi kokusu işler tenine, etine, iliğine…
Adam, tek bir mum ışığının ölgün ölgün aydınlattığı odaya girdi. Odadaki büyük soba içeriyi ısıtmıştı. Adam üşüdüğünü içerideki sıcağı hissedince anladı. Pek büyük olmayan bir depoydu burası. Fakat kadın burayı bir ev şekline sokabilmek için elinden geleni yapmıştı. Geniş, ahşap yuvarlak bir masa vardı odanın ortasında. Etrafına pek sağlam gözükmeyen üç sandalye yerleştirilmişti. Masanın ortasında duran mum odanın uzak köşelerinde titreşen gölgeler yaratıyordu. Adam ayağının altında korkunç şekilde inleyen ahşap zemine baktı. Pis, kabarmış ve yer yer eksilmiş bu tahta yığını, asırlar boyu ölüm kokan toprağın altında yatmış sahipsiz kemikler gibi duruyorlardı.
“Lütfen, buyurun, rahatınıza bakın” dedi kadın.
Adam bakışlarını yerden kaldırıp “Teşekkürler” dedi boğuk bir sesle ve sandalyelerden birine oturdu. Rutubet kokusu beynine kadar işliyordu. Fakat rutubet kokusunun altında gizlenen iç bulandırıcı bir koku daha vardı. Sürekli değil ama zaman zaman geliyordu burnuna. Adam birkaç kez burnunu çekiştirip boğazını temizledi. Ardından kafasını kaldırıp ev sahibesini süzdü. Kadın odanın bir köşesini mavi ışığıyla aydınlatan piknik tüpünün başındaydı. Üzerinde çaydanlık tangırdıyordu. Birer fincan çay doldurdu ve masaya geldi. Kıpkırmızı dudaklar, ciğer rengi allık, kapkara sürmeler ve mat, yüzüne balçık gibi sıvanmış fondöten... Elli yaşlarında fakat oldukça dinç bir kadındı. Üzerindeki yeşil kırmızı çiçekli elbisesini dimdik taşıyor, ayakları kabarmış parkeleri delecekmiş gibi yürüyordu. Fakat yüzündeki ağır makyaj onu donuk bakışlı, yapay ve ifadesiz kılıyordu. Çayları masaya koydu ve bir sandalye çekip oturdu kadın.
“Size adınızı sormayacağım. Evime gelen misafirlerimi sıkboğaz etmeyi sevmem. Çayınızı için, ısının, dışarısı çok soğuktu, üşümüşsünüzdür. Şöyle yaklaşın biraz daha sobaya.”
Kadının konuşmasında belirgin bir aksaklık vardı.
Adam sobaya yaklaştı ve çayını üşümüş ellerinin arasında sıkıca tuttu. Sıcaklık huzur vericiydi. Parmak uçlarından emdi ısıyı ve bütün vücuduna yaydı. Dışarıda yağmur şiddetlenmişti. İri damlalar, bodrum katlara has, küçük pencereleri dövüyordu. Eski, ahşap doğramalar yılların nemini yemiş, yeşil birer süngere dönüşmüşlerdi. Sert bir rüzgârda parçalanacak gibi duruyorlardı ve dışarıdaki habis rüzgâr bu sınırı zorluyordu. Geçen yılların armağanı rutubet ve küf pencerelerden tavana sıçramış, tavanın köşesini ve duvarı hastalıklı bir yeşile boyamıştı. Fakat o yeşil renk gündüz için geçerliydi. Güneş battıkça koyulaşır, gece çöktükçe tehditkâr bir siyaha dönüşürdü. Aysız gecelerde, en koyu siyaha bürünür, adı anılmayan dehşetlere açılan tekinsiz bir delik gibi dururdu tavanın köşesinde. Şimdi adamın gözü bu karaltıya takılmıştı, piknik tüpünün tam üzerinde asılı duran habis karaltıya... Dikkatini kadın dağıttı.
“Rutubet bütün duvarları mahvetti. Defalarca sildim ama nafile. Ben alıştım artık öyle durmasına. Çayınız, lütfen soğutmayın, içiniz ısınsın.”
Adam yüzünde dolaşan küçücük tebessümü gizleyerek kadına kaçamak bir bakış attı, ardından dumanlar tüten çayından bir yudum aldı. Garip bir tat vardı çayda. Anlaşılan rutubetin pençesinden o da kurtulamamıştı. Fakat ne olursa olsun sıcak bir şey içmek adama iyi gelmişti. Çayından bir yudum daha alırken odanın gölgeler oynaşan arka tarafından bir sürtünme sesi geldi. Sanki bir kedi duvarlara sürtünüyordu. Adam çayı elinde tutup kadına baktı. Ahşaba sürtünen tırnak sesleri geliyordu şimdi. Kadın ifadesini değiştirmeden arkaya doğru baktı. Mumun ulaşmadığı zifiri karanlığa dikmişti gözlerini. Tırnak sesleri artıyor, simsiyah dehşetlerin habercisi habis rüzgâr irkilten çığlıklarıyla pencereleri tangırdatıyordu. Adam önce pencereye ardından odanın karanlık köşesine baktı. Kadın önüne döndü ve bir sigara yaktı. Derin bir nefes çektikten sonra masadaki mumu alıp ayağa kalktı.
“Merak edecek bir şey yok. Hemen geliyorum.”
Yüzünde gölgeler dans ediyordu kadının. Herhangi bir cevap beklemeden odanın arka tarafına doğru yürüdü. O yürüdükçe mumun ölgün ışığı karanlığı deldi ve siyahın gizlediği ne varsa aydınlığa mahkûm etti. Sürtünme sesleri devam ediyordu. Adam kadının aydınlattığı tarafa baktı ve daha önce fark edemediği eski ahşap kapıyı gördü. Kadın sigarasını ağzına yerleştirip kapıyı açtı ve dışarıda debelenen rüzgar içeri daldı. Puf! Rüzgar önce mumu söndürdü sonra da odayı karanlığın insafına bıraktı. Çürük, küf, bok, kan... Rüzgar leş kokulu nefesini üfürdü. Adam burnunu çekip dişlerini gıcırdattı. Gözlerini kısıp zifiri karanlıkta kadının nerede olduğunu görmeye çalıştı. Rüzgarın uğultusunun arasından fısıltılar işitti. Kadının sesini duyabiliyordu fakat ne söylediğini anlayamıyordu. Yerinden kalkıp kadının yanına gitmek istedi fakat tamamen yabancı bir sesin kadına cevap verdiğini işitince durdu.
“Geldiler mi? Tamam tüpü söndür. Söyle o bücürlere bize de ayırsınlar.”
Kadın sesini çıkartmadı ve kapı küçük bir gıcırtı çıkararak kapandı. Bilinmeyen diyarlardan esen habis rüzgar geldiği gibi odayı terk etti fakat zehirli nefesini orada bıraktı. Bıraktı ki herkes solusun, herkes dehşetin soğuk, küf kokan nefesini ciğerlerinde hissetsin.      
Çakmak sesi geldi ve mum, titrek ışığını yeniden yaymaya başladı.

Yağmur durmuş ve soğuk ay, çiğ, beyaz ışığıyla dağılan bulutların arasından süzülmüştü. Şimdi gece daha aydınlıktı fakat hala tekinsizdi. O donuk ayın sahte ışığına kim güvenebilir ki? Cehennemin bedensiz süvarisi rüzgar, uğursuz sokağa geri döndü. Döndü ve sarstı tüm caddeyi.
Kadın yüzüne yerleştirdiği çarpık gülümsemeyle masaya döndü. İzmarite kadar gelen sigarasından son bir nefes alıp söndürdü. Mumu masanın ortasına bırakıp sandalyeye oturdu.
“Kediler” diye soludu öfkeyle. “Arka bahçemin içine ettiler. Bir de kapıyı tırmalıyorlar, yüzsüz yaratıklar.”
Adam kadının gözerine baktı ve hafifçe sırıttı. “İyi tanırım kedileri.” Kadın adamın gülümsemesine tedirgin bir karşılık verip masadaki fincanlara uzandı.
“Bir çay daha alırsınız dimi?”
Fincanları aldı ve cevabı beklemeden ayağa kalkıp mavi alevler saçan tüpün yanına yürüdü. Adama fark ettirmeden tavandaki kara rutubet lekesine kaçamak bir bakış attı. Sert adımları ahşap zeminde gıcırdarken arkasından merakla bakan adamın habis sırıtışı genişledi. Ve genişledikçe dehşetin kambur, kemikli bedeni, gerilen dudakların arasından kendini gösterdi. Dişler... Uzun, ince, iğne gibi yüzlerce diş... Dehşet veba gibi yayıldı odaya ve mumun ölgün ışığında ürkünç dişler parıldadı. Gece tüm uğursuzluğuyla devam ederken dehşetengiz sırıtışı biraz daha genişledi.
Korku mu? Dehşet mi? Onlar karanlık inlerinden gelirler. Koyu siyahla örtünüp, aramızda kol gezerler. Zaman zaman soluklarını hissederiz yüzümüzde. Fakat bazen en derinimizden yakalar bizi kemikli pençeleri. Çırpınsak da, bağırsak da kar etmez. Gecenin isimsiz iblisleri… Onları kovsak da gitmezler ki.
 “Dört yüzlü yaratığın hikayesini bilir misiniz?” diye sordu adam dişlerinin arasından. “Hani şu kafasında, sırtında ve iki dizinde suratlar olan yaratık.” Kadın çayı doldururken bir an durdu fakat adam devam etti. “Çipil gözlü, sivri dişli, gergin dudaklı, diş etleri iltihap kokan, çatal dilli suratlar... Bilir misiniz, o ağızlar ölüm kusarmış, o gözler felç edermiş, o dişler et istermiş...” Kadın tüpü kapattı ve mavi alevle aydınlanan rutubetli köşe, ayın ölüm beyazı ışığına kaldı. Kadın çayları alıp masaya yürüdü fakat dişler... Kadın duraksadı, adam durmadı. “Aysız gecelerde deniz kenarına gidip dört bir ağızdan haykırırmış, ‘Et, kan, ölüm olmazsa ben yaşayamam.’ Yaklaş...” Sesini iyice alçalttı ve cehennemde yontulmuş dişlerinin arasından yılan gibi tısladı. “Korkma, gel buraya. Tanıyor musun anlattığım yaratığı?”
Kadının çay tutan elleri titredi. Bir gölgelerin siyaha boyadığı ahşap kapıya, bir karanlığın içindeki kapkara lekeye baktı.
“Gözlerime bak,” dedi adam. “Tam içine, Dört yüzlü yaratık... Bir ıslığımla onu arka bahçe kapına dikerim. Daha gık diyemeden dört ayrı mideye inersin. Daha sonra tek bir şekilde birleşebilirsin, bok olarak o da bir boka yaramaz. O yüzden bana numara yaparken iki kere düşün. Şu zehirli çayından da bir fincan daha ver güzelmiş tadı.”
Kadının gözü seyirdi ve titrek bir sesle konuştu.
“Kimsin sen?”
Adam küçük bir kahkaha attı. “Makyajını sil de öyle gel.”
Kadının gözleri irileşirken rüzgar dehşetengiz ıslığıyla sokağı salladı. Pencereler yerinden oynadı, çatılardan kiremitler uçtu. Rüzgar ölüm gibi esti, ölüm gibi uludu. Kepenkler tekinsiz sokakta zangırdayıp ürkünç müziğini yaparken adam önce küçük pencerelere sonra kadının şaşkın yüzüne baktı.
“Yoksa beni yalnız mı sandın?” İnce bir çığlıkla şakıdı rüzgar. Adam buz gibi sesiyle konuştu. “Şimdi, makyajını sil.”
Kadın fincanları yere vurup hayvani bir çığlık atarak çömeldi. Kahverengi saçları yüzünün önüne düştü ve gölgelerin ışığa baskın geldiği odada yabanıl çığlığı yankılandı. Makyajı arkasındaki dehşeti gizleyemiyordu. Hafifçe doğruldu ve adama baktı. Saçlarının gölgelediği kan kırmızısı dudaklarını kaldırıp sivri dişlerinin arasından tıslıyor, ağzından süzülen çatal dili mum ışığında tehditle titriyordu.
 Lanet gökten yağar, gece tüm iblisleri soğuk karanlığında saklardı. Bu gece dehşetin gecesiydi, hangi hortlak, hangi ifrit ölüm kokan bu gecede gizlenirdi ki? Kadın nefretle böğürdü. Adam keyifle sırıttı. Rüzgar kudururcasına esti, ay lanetli ışığını yaydı ve dehşet gecesi devam etti, ölüm kokan karanlığıyla.
Kadın iki adım geri atıp öne doğru eğildi ve uzun ojeli tırnaklarıyla elbisesini parçaladı. Yırttı, dağıttı, söktü... Önce gri derisini sonra da göğsüne doğru sıklaşan sarı siyah dikenlerini ortaya çıkardı. Ne de olsa elbise vücudu kapatır, makyaj sadece yüze yapılırdı.
“Bana en son ne zaman kurban verdin?” Adam sandalyesine yayılmış kadının habis gösterisini izliyordu.
“Kimsin sen?” diye hırıldadı kadın.
“Rüzgar hangi yönden esiyor?” Adam sandalyesinden kalkıp kadının yanına doğru yürüdü. “Ben söyleyeyim, kuzeyden. Rüzgar kuzeyden esti mi benim içim kurtlanır, kan isterim, birileri benim için kan akıtsın isterim.” Hafifçe gülümsedi. “Hala bana sen kimsin diyorsun. Ben tüm ifritlerin babasıyım, iblislerin, zebanilerin koruyucusuyum, cehennemin gediklisi, kapkara gecelerin efendisiyim.” Kadını saçından tutup kulağına yılan gibi fısıldadı. “Ve burada bir sürü veletle, yüzlerce insan yiyip bana bir parça bile sunmadığını biliyorum.” Adam avucunda sıktığı saçı bırakıp odanın içinde dolaşmaya başladı. Her adımında parkeler gıcırdıyor, her gıcırtıyla kadın çiğ gerçeğin fakına varıyordu. Çatal dilini ağzına toplayıp dehşetin beden bulmuş halinin karşısında huşuyla büzüştü. Kuzey rüzgarı bu gösteriyi küçük pencerelerden izlerken kadının sarı siyah dikenleri korkuyla dikildi.
“Çocukların varmış diye duydum,” dedi adam. “Nerede onlar?”
Kadın bir an panikle duvardaki rutubet lekesine baktı. Cehennemin sahibi, ürkünç dişlerini ortaya çıkarıp sinsice gülümserken gözleri kadınınkileri takip etti ve kapkara lekeyi buldu.
“Senin şu hikayeni biliyorum,” dedi adam geceden daha siyah lekeye bakarak. “Dışarıdan birini bul, zehirle ve küçük veletlere yem et. Aslında,” kadının yanına yaklaştı. “Burada çevirdiğin tüm oyunları biliyorum.” Kadını saçından tutup yüzüne yaklaştırdı. “Şimdi söyle bana, rüzgar ne taraftan esiyor?” Fısıltısı ürpertici, mumun silik ışığında kıpkırmızı parlayan gözleri cehennemiydi.
“Kuzey,” diye inledi kadın.
“O zaman kan akıt,” diye bağırdı adam. Kadını saçlarından iyice kavrayıp duvardaki rutubet lekesine döndürdü. “Çocukların bu delikten mi gelecek?”
Çiğ korku kadının kanına karıştı. Adam gözlerini rutubet lekesinden ayırmadı.
Cehenneme açılan bir delik. Adı unutulmuş dehşetlerin kol gezdiği kapkara bir geçit. Tekinsiz, leş kokulu küçük iblislerin yatağı... Duvardaki küflü rutubet lekesinde vücut buldu cehennem. Ya da hiç bir zaman öyle bir leke olmadı. Orası her zaman simsiyah bir geçitti. Gecenin içinde gizlenen, deliliğin ve dehşetin fink attığı, kabusların masum kaldığı bir delik.
Kadın iç acıtan bir böğürtü dışında konuşamadı.
“Bana sun onları, sun ki kanlarıyla yüzümü yıkayayım. Sen dök ellerime. Akıttığın ılık kanı bana ada. Kurban ver onları bana.” Kıpkırmızı bakışları duvardaki kara delikte kadının kulağına fısıldadı. “Bana o kanı borçlusun.”
Küçük yamyamlar duvardaki cehennem deliğinde gözüktüler. Aç, insan yemeye alışmış ıslak ağızları camdan vuran ay ışığında ölgün ölgün parıldıyordu. Kaç bahtsıza mezar olmuştu o küçük kaygan boğazları?
Delikte beliren çocuklarını görünce küçük bir çığlık attı kadın. Adamın çelik gibi elinden kurtulmaya çalışıp mum ışığının ulaşamadığı ahşap kapıya baktı.
“O dışarıdaki aç yancıdan medet umma. Söylesene kim o? Yavşak bir iblis? Sırtından geçinen bir kene?” Cehennemin sahibi kısık bir kahkaha attı. “Çocuklar doyduktan sonra kemikleri o mu tırtıklıyordu? Pis yancı...” Adam kadının saçını bıraktı ve kara delikte oynaşan küçük yaratıkların yanına gidip başıyla delikteki kıpır kıpır maskaralığı gösterdi. “Bu çocukları onunla mı yaptın yoksa?” Kolunu uzattı, küçük canavarlardan bir tanesini alıp ölümcül gözlerini kadına dikti. “Hiç bakma oraya, adımı duyar duymaz kaçtı. Aç kalmak ölümden daha iyidir dimi?” Bir an arkasını dönüp küçük pencereden dışarı baktı. “Fakat merak etme rüzgar onun icabına bakar.” Şeytanın bedensiz askeri ince bir ıslıkla sarstı pencereleri. “Kendi kurbanlarını kendi keser, alışkanlık işte.” Küçük yaratığını boynunu tuttu. “Fakat benim farklı yöntemlerim var.”
Ay tepede olup, dehşet geceye hükmettiğinde, kan oluk oluk akardı. Gecenin tüm hortlakları bunu bilir, ay ışığında kan kapkaradır. Ölüm buz gibi gelir, dehşet zıplayarak... Yapış yapış... Simsiyah... Oluk oluk...
Korkunç bir çığlık...
Küçük gri kafa kadının önüne yuvarlandı. Şıp, şıp... Kanın kabarmış parkelere akışı, canavar annenin çığlığı ve yerde yuvarlanan kafanın tıngırtısı... Kadın iki eliyle kanlı kafayı tuttu ve bir böğürtü daha koyuverdi. Acı inleme odada dönerken, adam karanlık gösterisine devam etti. Küçük, şekilsiz gövdesinden tuttu yavru iblisi. Başsız bedenini baş aşağıya çevirip iki eliyle portakal gibi sıktı. Kemiklerin çatırtısı... Kan önce oluk oluk sonra damla damla aktı küçük bedenden ve ayın hayaletimsi ışığında simsiyah parıldadı.
“Bana kurban ver,” dedi adam posası çıkmış bedeni kenara fırlatırken.
“Hayır!” diye uludu kadın.
Adam, cehennem deliğinin içinden bir iblisi daha çekti aldı. Kadının dehşetengiz bağırışlarına aldırmadan tek hamlede kopardı kafasını. Ahşap zeminde yuvarlandı kanlı baş ve öbürünün yanında, tam annesinin önünde durdu. Kemik çatırtısı odada yankılanıp, kan kopmuş gırtlaktan akarken adam nefretle konuştu.
“Benim için öldür! Kanı benim için akıt. Bana ada!”
Kadın bir şey diyemeden bir kafa daha düştü önüne. Adam pelteye dönmüş küçük et yığınını atıp, ciyaklayan yavrulardan birini daha yakaladı gırtlağından. Kadın yerleri tırmaladı, süründü, deli gibi böğürdü ve ağlayarak cehennemin sahibine yalvardı.
“Yapma.” Mutlak acı, ölüm, dehşet, saygı... Hepsi vardı kadının sesinde.
Adam durdu. Habis bakışlarını canavar annenin üzerinde gezdirdi ve elindeki yavru yaratığı kadına fırlattı.
“Benim için öldür yoksa hepsi ölecek.”
Kadın küçük iblise sıkıca sarıldı. Yaratık da ufak pençeleriyle kadının gri omuzlarına tutundu.
“Öldür onu...” diye fısıldadı adam. “Kanını avcuma akıt...”
Kanın ağır kokusu odayı kaplamıştı. Üç küçük kafa... Pencerelerden vuran ay ışığının donuk aydınlığında yapış yapış kan gölünün içindeydi. Kadın kucağında çocuğunu sıkmış ağlıyor, ölümün leş kokulu ağırlığı iki yaratığın üzerine çöküyordu.
Kara delikte oynaşan yavrulara baktı adam. İki tane kalmıştı. Yakaladı birini ve ölüm saçan ellerini boynuna kenetledi.
“Öldür onu,” dedi adam.
Kadın küçük canavara daha sıkı sarıldı. Adam ürkünç dişlerini gösterip gülümsedi. Rüzgar dışarıda kudururken, dehşet dört bir yandan sürünerek geldi. Elindeki yaratığın gırtlağına parmaklarını soktu adam ve parçalayarak kopardı. Kadın acıyla ulurken, kanlar içindeki dördüncü kafa ayaklarının dibine yuvarlandı.
“Bana kurban ver!” diye bağırdı adam.
Kadın önünde simsiyah parıldayan maskaralığa baktı. Dört kanlı top... Çocuklarının kanı içerisinde yüzen kelleler... Çocuklarının kelleleri... Boş bakan gözlerini boynuna sarılan küçük yaratığa çevirdi. Adam sinsice fısıldadı.
“Kan akıt...”
Kadın bakışlarını kaldırdı ve dehşetin beden bulmuş haline baktı. Kapkara kanlı elleri delikteki son yavrusuna uzanıyordu. Yüzlerce sivri diş, kan gölü, ölüm, adak, kurban, kan, KURBAN! KURBAN!! Nefretle böğürdü kadın. Dehşetli çığlığı odada yankılanırken elleri kucağındaki yavru iblisin boynuna gitti.
“Kan akıt...”
Kadın bir anda geçirdi tırnaklarını. Ilık kan parmaklarından avcuna oradan dirseğine yürürken yavru canavarın ciyaklamaları geceye karıştı. Delilik içinde dolaştı kadının ve o biraz daha parçaladı küçük gırtlağı. Adam gülümsedi. Kadın uludu. Ta ki küçük kafa kanlı parkelerin üzerine düşüp fokur fokur kan kopmuş gırtlaktan akana kadar. Kadın başsız bedeni elinde tuttu ve ürkünç çığlıklarının arasından konuştu.
 “Sana adıyorum!”
Adamın gülümsemesi genişledi. Kadının feryadı dinmedi. Cesedin yanına gelip iki avcunu ılık kanla doldurdu adam. Avcunu gıdıkladı kan ve tatlı bir ürpertiyi tüm vücuduna yaydı. Gece tüm yabanıllığıyla devam ederken adam yüzüne sürdü kanı. Boynuna yaydı, dişlerini ovdu, kulaklarına sıvadı... Kurban, kan, adak... Adam küçük bir kahkaha atıp siyah geçitte kıpırdanan son çocuğa baktı. Gri derili yaratık ciyaklıyordu. Adam vıcık vıcık ellerini soktu kara deliğe ve son çocuğu alıp yere bıraktı. Kadın dehşetengiz çığlıklarına devam ederken adam simsiyah cehennem geçidine tırmandı ve dipsiz gecenin dibinden gelen adam, cehenneme giden kapkara delikte yok oldu.

Bulut TAR
Ekim 2010 - Eylül 2013