Çizer: Yiğit Aydoğan
Sokağın ucunda yanan gece lambasının ışığı titriyordu. Uzun dar
bir sokaktı. Yarım saat önce durmuş yağmurun ıslattığı kaldırımlar, titreşen
ışığın sönük aydınlığıyla parıldıyordu. Derin bir sessizlik hâkimdi bu tekinsiz
sokağa. Mezar kadar sessiz ve mezar kadar soğuktu. Zaman zaman gecenin
bağrından sökün eden sert bir rüzgâr esiyordu sokak boyunca. Birkaç kepengi
tangırdatıp ürkütücü sesler çıkararak gecenin dipsizliğine geri gidiyordu. Sokak
boyunca sağlı sollu bakımsız ve çoğu metruk evler sıralanmıştı. Bazılarının alt
katlarında çeşitli dükkânlar vardı. Tozlu vitrinleri gece lambasının
hayaletimsi ışığını yansıtıyordu. Fakat her yere ulaşamıyordu o titrek ışık.
Merdivenler… Bodrum katlara inen merdivenler vardı. Birkaç basamağı ışıldıyordu
fakat geri kalanı… Oradaki karanlık, dipsiz bir mağaranın ağzı gibiydi. Kim
görebilirdi ki o siyahlığı mesken edinen isimsiz dehşetleri?
Sokak lambasının altında bir adam belirdi. Sokağın gölgeli
köşeleri onu fark etmemişti ama adam dikkatle, uzanan karanlığı seyretmekteydi.
Şehrin bu bölgesinde özellikle de geç saatlerde pek insan olmazdı. Fakat adam dışarıdaydı. Kendinden emin dik bir
duruşla sokağı süzüyordu. Başında fötr şapkası, üzerinde de uzun bir pardösü
vardı. Şapkanın yarattığı gölgeden yüzünü görmek imkânsızdı. Fakat duruşundan
çelik gibi bir yüze sahip olduğu anlaşılıyordu. Bekledi adam sokağın aydınlık
tarafında. Karar vermek… Siyahın yuttuğu tarafa adım atmak ya da aydınlığın
insafına sığınmak.
Yürüdü adam kesif karanlığa, en kararlı adımlarla. Yavaş yavaş
uzaklaştı gece lambasının ışığından ve attı kendini siyahın boyadığı sokağa.
Ayak sesleri sokak boyunca yankılanıyordu şimdi. Ses çıkartmaktan çekinmiyordu
adam, geceyi uyandırmaktan korkmuyordu. Hastalıklı havasını çekti ciğerlerine.
Soludu geceyi. Siyah yoğunlaştı ve soluk ışık arkada küçük bir ayrıntı olarak
kaldı. Bir uğultu… Rüzgâr buz gibi bir dokunuşla geldi. Bir hayalet gibi geçti
sokaktan ve ardında zangırdayan kepenklerin irkilten müziğini bıraktı. Adam
şapkasını güçlükle tuttu. Eski bir evin önünde büzülerek bekledi uğuldayan
rüzgârın dinmesini. Ahşap bir korkuluğa tutunmuştu. Bodrum kata inen kaygan
merdivenlerin eşiğinde… Elinin içinde ufalandığını hissetti korkuluğun, çürüyen
tahtanın helva gibi dağıldığını…
Bir gıcırtı, ardından sessizlik…
Rüzgâr gecenin güvenli karanlığında yitti. Ne de olsa gece ustalıkla
saklardı iblisleri. Adam, bir eli şapkasında öbür eli korkulukta sessizce
bekledi. Yüzü seçilmiyordu fakat kuşku dolu bakışları aşağıya, merdivenlerin bittiği
yerde sonuna kadar açılmış kapıya bakıyordu. Eşikte, içeriden sızan silik, sarı
ışığın önünde, bir kadın silueti duruyordu. Çabuk bir el hareketi yapan kadın
tiz ve heyecanlı bir sesle konuştu.
“Lütfen içeri gelin, bu soğukta dışarıda donarsınız. Evimiz sıcaktır lütfen misafirimiz
olun.”
Adam tereddütle süzdü kadını. Eşikte durduğundan gecenin kara
gölgeleri oynaşıyordu yüzünde. Adam ifadesini anlamakta zorlanıyordu kadının. Bir
saat önce duran yağmur yeniden çiselemeye başlamıştı şimdi. Kadın neşeli bir
kahkaha attı.
“Bu kadar düşünecek ne var, ıslanmak mı istiyorsunuz yoksa?”
Küçük bir tebessüm dolandı adamın yüzünde ve yosun tutmuş
merdivenlerden aşağıya doğru indi. Gevşek basamaklar ayaklarının altında
gıcırdarken, dipsiz gecenin dibinden gelen adam tebessümünü korudu. Fakat o
gölgeli sırıtışta neşeden eser yoktu.
Rutubet kokusu… Bu koku eve bir kere sindiyse orayı kolay kolay
terk etmez. Her gizli köşede saklar kendini. En umulmadık yerlerden yayar pis
kokulu nefesini. Anlayamazsın, giydiğin elbisenin kumaşından, yediğin yemeğin
tadına kadar sarar etrafını. Fakat alışırsın, çünkü sen de kokmaya başlarsın
zamanla. Fark etmezsin, ama rutubetin ekşi kokusu işler tenine, etine, iliğine…
Adam, tek bir mum ışığının ölgün ölgün aydınlattığı odaya girdi.
Odadaki büyük soba içeriyi ısıtmıştı. Adam üşüdüğünü içerideki sıcağı hissedince
anladı. Pek büyük olmayan bir depoydu burası. Fakat kadın burayı bir ev şekline
sokabilmek için elinden geleni yapmıştı. Geniş, ahşap yuvarlak bir masa vardı
odanın ortasında. Etrafına pek sağlam gözükmeyen üç sandalye yerleştirilmişti.
Masanın ortasında duran mum odanın uzak köşelerinde titreşen gölgeler
yaratıyordu. Adam ayağının altında korkunç şekilde inleyen ahşap zemine baktı. Pis,
kabarmış ve yer yer eksilmiş bu tahta yığını, asırlar boyu ölüm kokan toprağın
altında yatmış sahipsiz kemikler gibi duruyorlardı.
“Lütfen, buyurun, rahatınıza bakın” dedi kadın.
Adam bakışlarını yerden kaldırıp “Teşekkürler” dedi boğuk bir
sesle ve sandalyelerden birine oturdu. Rutubet kokusu beynine kadar işliyordu.
Fakat rutubet kokusunun altında gizlenen iç bulandırıcı bir koku daha vardı.
Sürekli değil ama zaman zaman geliyordu burnuna. Adam birkaç kez burnunu
çekiştirip boğazını temizledi. Ardından kafasını kaldırıp ev sahibesini süzdü.
Kadın odanın bir köşesini mavi ışığıyla aydınlatan piknik tüpünün başındaydı.
Üzerinde çaydanlık tangırdıyordu. Birer fincan çay doldurdu ve masaya geldi. Kıpkırmızı
dudaklar, ciğer rengi allık, kapkara sürmeler ve mat, yüzüne balçık gibi
sıvanmış fondöten... Elli yaşlarında fakat oldukça dinç bir kadındı. Üzerindeki
yeşil kırmızı çiçekli elbisesini dimdik taşıyor, ayakları kabarmış parkeleri
delecekmiş gibi yürüyordu. Fakat yüzündeki ağır makyaj onu donuk bakışlı, yapay
ve ifadesiz kılıyordu. Çayları masaya koydu ve bir sandalye çekip oturdu kadın.
“Size adınızı sormayacağım. Evime gelen misafirlerimi sıkboğaz
etmeyi sevmem. Çayınızı için, ısının, dışarısı çok soğuktu, üşümüşsünüzdür.
Şöyle yaklaşın biraz daha sobaya.”
Kadının konuşmasında belirgin bir aksaklık vardı.
Adam sobaya yaklaştı ve çayını üşümüş ellerinin arasında sıkıca
tuttu. Sıcaklık huzur vericiydi. Parmak uçlarından emdi ısıyı ve bütün vücuduna
yaydı. Dışarıda yağmur şiddetlenmişti. İri damlalar, bodrum katlara has, küçük pencereleri
dövüyordu. Eski, ahşap doğramalar yılların nemini yemiş, yeşil birer süngere
dönüşmüşlerdi. Sert bir rüzgârda parçalanacak gibi duruyorlardı ve dışarıdaki
habis rüzgâr bu sınırı zorluyordu. Geçen yılların armağanı rutubet ve küf
pencerelerden tavana sıçramış, tavanın köşesini ve duvarı hastalıklı bir yeşile
boyamıştı. Fakat o yeşil renk gündüz için geçerliydi. Güneş battıkça koyulaşır,
gece çöktükçe tehditkâr bir siyaha dönüşürdü. Aysız gecelerde, en koyu siyaha
bürünür, adı anılmayan dehşetlere açılan tekinsiz bir delik gibi dururdu
tavanın köşesinde. Şimdi adamın gözü bu karaltıya takılmıştı, piknik tüpünün
tam üzerinde asılı duran habis karaltıya... Dikkatini kadın dağıttı.
“Rutubet bütün duvarları mahvetti. Defalarca sildim ama nafile.
Ben alıştım artık öyle durmasına. Çayınız, lütfen soğutmayın, içiniz ısınsın.”
Adam yüzünde dolaşan küçücük tebessümü gizleyerek kadına kaçamak
bir bakış attı, ardından dumanlar tüten çayından bir yudum aldı. Garip bir tat
vardı çayda. Anlaşılan rutubetin pençesinden o da kurtulamamıştı. Fakat ne
olursa olsun sıcak bir şey içmek adama iyi gelmişti. Çayından bir yudum daha
alırken odanın gölgeler oynaşan arka tarafından bir sürtünme sesi geldi. Sanki
bir kedi duvarlara sürtünüyordu. Adam çayı elinde tutup kadına baktı. Ahşaba
sürtünen tırnak sesleri geliyordu şimdi. Kadın ifadesini değiştirmeden arkaya
doğru baktı. Mumun ulaşmadığı zifiri karanlığa dikmişti gözlerini. Tırnak
sesleri artıyor, simsiyah dehşetlerin habercisi habis rüzgâr irkilten
çığlıklarıyla pencereleri tangırdatıyordu. Adam önce pencereye ardından odanın
karanlık köşesine baktı. Kadın önüne döndü ve bir sigara yaktı. Derin bir nefes
çektikten sonra masadaki mumu alıp ayağa kalktı.
“Merak edecek bir şey yok. Hemen geliyorum.”
Yüzünde gölgeler dans ediyordu kadının. Herhangi bir cevap
beklemeden odanın arka tarafına doğru yürüdü. O yürüdükçe mumun ölgün ışığı
karanlığı deldi ve siyahın gizlediği ne varsa aydınlığa mahkûm etti. Sürtünme
sesleri devam ediyordu. Adam kadının aydınlattığı tarafa baktı ve daha önce
fark edemediği eski ahşap kapıyı gördü. Kadın sigarasını ağzına yerleştirip
kapıyı açtı ve dışarıda debelenen rüzgar içeri daldı. Puf! Rüzgar önce mumu
söndürdü sonra da odayı karanlığın insafına bıraktı. Çürük, küf, bok, kan...
Rüzgar leş kokulu nefesini üfürdü. Adam burnunu çekip dişlerini gıcırdattı.
Gözlerini kısıp zifiri karanlıkta kadının nerede olduğunu görmeye çalıştı.
Rüzgarın uğultusunun arasından fısıltılar işitti. Kadının sesini duyabiliyordu
fakat ne söylediğini anlayamıyordu. Yerinden kalkıp kadının yanına gitmek
istedi fakat tamamen yabancı bir sesin kadına cevap verdiğini işitince durdu.
“Geldiler mi? Tamam tüpü söndür. Söyle o bücürlere bize de
ayırsınlar.”
Kadın sesini çıkartmadı ve kapı küçük bir gıcırtı çıkararak
kapandı. Bilinmeyen diyarlardan esen habis rüzgar geldiği gibi odayı terk etti
fakat zehirli nefesini orada bıraktı. Bıraktı ki herkes solusun, herkes
dehşetin soğuk, küf kokan nefesini ciğerlerinde hissetsin.
Çakmak sesi geldi ve mum, titrek ışığını yeniden yaymaya başladı.
Yağmur durmuş ve soğuk ay, çiğ, beyaz ışığıyla dağılan bulutların
arasından süzülmüştü. Şimdi gece daha aydınlıktı fakat hala tekinsizdi. O donuk
ayın sahte ışığına kim güvenebilir ki? Cehennemin bedensiz süvarisi rüzgar,
uğursuz sokağa geri döndü. Döndü ve sarstı tüm caddeyi.
Kadın yüzüne yerleştirdiği çarpık gülümsemeyle masaya döndü.
İzmarite kadar gelen sigarasından son bir nefes alıp söndürdü. Mumu masanın
ortasına bırakıp sandalyeye oturdu.
“Kediler” diye soludu öfkeyle. “Arka bahçemin içine ettiler. Bir
de kapıyı tırmalıyorlar, yüzsüz yaratıklar.”
Adam kadının gözerine baktı ve hafifçe sırıttı. “İyi tanırım
kedileri.” Kadın adamın gülümsemesine tedirgin bir karşılık verip masadaki
fincanlara uzandı.
“Bir çay daha alırsınız dimi?”
Fincanları aldı ve cevabı beklemeden ayağa kalkıp mavi alevler
saçan tüpün yanına yürüdü. Adama fark ettirmeden tavandaki kara rutubet lekesine
kaçamak bir bakış attı. Sert adımları ahşap zeminde gıcırdarken arkasından
merakla bakan adamın habis sırıtışı genişledi. Ve genişledikçe dehşetin kambur,
kemikli bedeni, gerilen dudakların arasından kendini gösterdi. Dişler... Uzun,
ince, iğne gibi yüzlerce diş... Dehşet veba gibi yayıldı odaya ve mumun ölgün
ışığında ürkünç dişler parıldadı. Gece tüm uğursuzluğuyla devam ederken
dehşetengiz sırıtışı biraz daha genişledi.
Korku mu? Dehşet mi? Onlar karanlık inlerinden gelirler. Koyu
siyahla örtünüp, aramızda kol gezerler. Zaman zaman soluklarını hissederiz
yüzümüzde. Fakat bazen en derinimizden yakalar bizi kemikli pençeleri.
Çırpınsak da, bağırsak da kar etmez. Gecenin isimsiz iblisleri… Onları kovsak
da gitmezler ki.
“Dört yüzlü yaratığın
hikayesini bilir misiniz?” diye sordu adam dişlerinin arasından. “Hani şu
kafasında, sırtında ve iki dizinde suratlar olan yaratık.” Kadın çayı
doldururken bir an durdu fakat adam devam etti. “Çipil gözlü, sivri dişli,
gergin dudaklı, diş etleri iltihap kokan, çatal dilli suratlar... Bilir
misiniz, o ağızlar ölüm kusarmış, o gözler felç edermiş, o dişler et
istermiş...” Kadın tüpü kapattı ve mavi alevle aydınlanan rutubetli köşe, ayın
ölüm beyazı ışığına kaldı. Kadın çayları alıp masaya yürüdü fakat dişler...
Kadın duraksadı, adam durmadı. “Aysız gecelerde deniz kenarına gidip dört bir
ağızdan haykırırmış, ‘Et, kan, ölüm olmazsa ben yaşayamam.’ Yaklaş...” Sesini
iyice alçalttı ve cehennemde yontulmuş dişlerinin arasından yılan gibi tısladı.
“Korkma, gel buraya. Tanıyor musun anlattığım yaratığı?”
Kadının çay tutan elleri titredi. Bir gölgelerin siyaha boyadığı
ahşap kapıya, bir karanlığın içindeki kapkara lekeye baktı.
“Gözlerime bak,” dedi adam. “Tam içine, Dört yüzlü yaratık... Bir
ıslığımla onu arka bahçe kapına dikerim. Daha gık diyemeden dört ayrı mideye
inersin. Daha sonra tek bir şekilde birleşebilirsin, bok olarak o da bir boka
yaramaz. O yüzden bana numara yaparken iki kere düşün. Şu zehirli çayından da
bir fincan daha ver güzelmiş tadı.”
Kadının gözü seyirdi ve titrek bir sesle konuştu.
“Kimsin sen?”
Adam küçük bir kahkaha attı. “Makyajını sil de öyle gel.”
Kadının gözleri irileşirken rüzgar dehşetengiz ıslığıyla sokağı
salladı. Pencereler yerinden oynadı, çatılardan kiremitler uçtu. Rüzgar ölüm
gibi esti, ölüm gibi uludu. Kepenkler tekinsiz sokakta zangırdayıp ürkünç
müziğini yaparken adam önce küçük pencerelere sonra kadının şaşkın yüzüne
baktı.
“Yoksa beni yalnız mı sandın?” İnce bir çığlıkla şakıdı rüzgar. Adam
buz gibi sesiyle konuştu. “Şimdi, makyajını sil.”
Kadın fincanları yere vurup hayvani bir çığlık atarak çömeldi.
Kahverengi saçları yüzünün önüne düştü ve gölgelerin ışığa baskın geldiği odada
yabanıl çığlığı yankılandı. Makyajı arkasındaki dehşeti gizleyemiyordu. Hafifçe
doğruldu ve adama baktı. Saçlarının gölgelediği kan kırmızısı dudaklarını
kaldırıp sivri dişlerinin arasından tıslıyor, ağzından süzülen çatal dili mum
ışığında tehditle titriyordu.
Lanet gökten yağar, gece
tüm iblisleri soğuk karanlığında saklardı. Bu gece dehşetin gecesiydi, hangi
hortlak, hangi ifrit ölüm kokan bu gecede gizlenirdi ki? Kadın nefretle
böğürdü. Adam keyifle sırıttı. Rüzgar kudururcasına esti, ay lanetli ışığını
yaydı ve dehşet gecesi devam etti, ölüm kokan karanlığıyla.
Kadın iki adım geri atıp öne doğru eğildi ve uzun ojeli
tırnaklarıyla elbisesini parçaladı. Yırttı, dağıttı, söktü... Önce gri derisini
sonra da göğsüne doğru sıklaşan sarı siyah dikenlerini ortaya çıkardı. Ne de
olsa elbise vücudu kapatır, makyaj sadece yüze yapılırdı.
“Bana en son ne zaman kurban verdin?” Adam sandalyesine yayılmış
kadının habis gösterisini izliyordu.
“Kimsin sen?” diye hırıldadı kadın.
“Rüzgar hangi yönden esiyor?” Adam sandalyesinden kalkıp kadının
yanına doğru yürüdü. “Ben söyleyeyim, kuzeyden. Rüzgar kuzeyden esti mi benim
içim kurtlanır, kan isterim, birileri benim için kan akıtsın isterim.” Hafifçe
gülümsedi. “Hala bana sen kimsin diyorsun. Ben tüm ifritlerin babasıyım,
iblislerin, zebanilerin koruyucusuyum, cehennemin gediklisi, kapkara gecelerin
efendisiyim.” Kadını saçından tutup kulağına yılan gibi fısıldadı. “Ve burada
bir sürü veletle, yüzlerce insan yiyip bana bir parça bile sunmadığını
biliyorum.” Adam avucunda sıktığı saçı bırakıp odanın içinde dolaşmaya başladı.
Her adımında parkeler gıcırdıyor, her gıcırtıyla kadın çiğ gerçeğin fakına
varıyordu. Çatal dilini ağzına toplayıp dehşetin beden bulmuş halinin
karşısında huşuyla büzüştü. Kuzey rüzgarı bu gösteriyi küçük pencerelerden
izlerken kadının sarı siyah dikenleri korkuyla dikildi.
“Çocukların varmış diye duydum,” dedi adam. “Nerede onlar?”
Kadın bir an panikle duvardaki rutubet lekesine baktı. Cehennemin
sahibi, ürkünç dişlerini ortaya çıkarıp sinsice gülümserken gözleri
kadınınkileri takip etti ve kapkara lekeyi buldu.
“Senin şu hikayeni biliyorum,” dedi adam geceden daha siyah lekeye
bakarak. “Dışarıdan birini bul, zehirle ve küçük veletlere yem et. Aslında,”
kadının yanına yaklaştı. “Burada çevirdiğin tüm oyunları biliyorum.” Kadını
saçından tutup yüzüne yaklaştırdı. “Şimdi söyle bana, rüzgar ne taraftan
esiyor?” Fısıltısı ürpertici, mumun silik ışığında kıpkırmızı parlayan gözleri cehennemiydi.
“Kuzey,” diye inledi kadın.
“O zaman kan akıt,” diye bağırdı adam. Kadını saçlarından iyice
kavrayıp duvardaki rutubet lekesine döndürdü. “Çocukların bu delikten mi
gelecek?”
Çiğ korku kadının kanına karıştı. Adam gözlerini rutubet lekesinden ayırmadı.
Cehenneme açılan bir delik. Adı unutulmuş dehşetlerin kol gezdiği
kapkara bir geçit. Tekinsiz, leş kokulu küçük iblislerin yatağı... Duvardaki
küflü rutubet lekesinde vücut buldu cehennem. Ya da hiç bir zaman öyle bir leke
olmadı. Orası her zaman simsiyah bir geçitti. Gecenin içinde gizlenen, deliliğin
ve dehşetin fink attığı, kabusların masum kaldığı bir delik.
Kadın iç acıtan bir böğürtü dışında konuşamadı.
“Bana sun onları, sun ki kanlarıyla yüzümü yıkayayım. Sen dök
ellerime. Akıttığın ılık kanı bana ada. Kurban ver onları bana.” Kıpkırmızı bakışları
duvardaki kara delikte kadının kulağına fısıldadı. “Bana o kanı borçlusun.”
Küçük yamyamlar duvardaki cehennem deliğinde gözüktüler. Aç, insan
yemeye alışmış ıslak ağızları camdan vuran ay ışığında ölgün ölgün
parıldıyordu. Kaç bahtsıza mezar olmuştu o küçük kaygan boğazları?
Delikte beliren çocuklarını görünce küçük bir çığlık attı kadın.
Adamın çelik gibi elinden kurtulmaya çalışıp mum ışığının ulaşamadığı ahşap
kapıya baktı.
“O dışarıdaki aç yancıdan medet umma. Söylesene kim o? Yavşak bir
iblis? Sırtından geçinen bir kene?” Cehennemin sahibi kısık bir kahkaha attı. “Çocuklar
doyduktan sonra kemikleri o mu tırtıklıyordu? Pis yancı...” Adam kadının saçını
bıraktı ve kara delikte oynaşan küçük yaratıkların yanına gidip başıyla
delikteki kıpır kıpır maskaralığı gösterdi. “Bu çocukları onunla mı yaptın
yoksa?” Kolunu uzattı, küçük canavarlardan bir tanesini alıp ölümcül gözlerini
kadına dikti. “Hiç bakma oraya, adımı duyar duymaz kaçtı. Aç kalmak ölümden
daha iyidir dimi?” Bir an arkasını dönüp küçük pencereden dışarı baktı. “Fakat
merak etme rüzgar onun icabına bakar.” Şeytanın bedensiz askeri ince bir
ıslıkla sarstı pencereleri. “Kendi kurbanlarını kendi keser, alışkanlık işte.”
Küçük yaratığını boynunu tuttu. “Fakat benim farklı yöntemlerim var.”
Ay tepede olup, dehşet geceye hükmettiğinde, kan oluk oluk akardı.
Gecenin tüm hortlakları bunu bilir, ay ışığında kan kapkaradır. Ölüm buz gibi gelir,
dehşet zıplayarak... Yapış yapış... Simsiyah... Oluk oluk...
Korkunç bir çığlık...
Küçük gri kafa kadının önüne yuvarlandı. Şıp, şıp... Kanın
kabarmış parkelere akışı, canavar annenin çığlığı ve yerde yuvarlanan kafanın tıngırtısı...
Kadın iki eliyle kanlı kafayı tuttu ve bir böğürtü daha koyuverdi. Acı inleme
odada dönerken, adam karanlık gösterisine devam etti. Küçük, şekilsiz gövdesinden
tuttu yavru iblisi. Başsız bedenini baş aşağıya çevirip iki eliyle portakal
gibi sıktı. Kemiklerin çatırtısı... Kan önce oluk oluk sonra damla damla aktı küçük
bedenden ve ayın hayaletimsi ışığında simsiyah parıldadı.
“Bana kurban ver,” dedi adam posası çıkmış bedeni kenara
fırlatırken.
“Hayır!” diye uludu kadın.
Adam, cehennem deliğinin içinden bir iblisi daha çekti aldı. Kadının
dehşetengiz bağırışlarına aldırmadan tek hamlede kopardı kafasını. Ahşap
zeminde yuvarlandı kanlı baş ve öbürünün yanında, tam annesinin önünde durdu. Kemik
çatırtısı odada yankılanıp, kan kopmuş gırtlaktan akarken adam nefretle
konuştu.
“Benim için öldür! Kanı benim için akıt. Bana ada!”
Kadın bir şey diyemeden bir kafa daha düştü önüne. Adam pelteye
dönmüş küçük et yığınını atıp, ciyaklayan yavrulardan birini daha yakaladı
gırtlağından. Kadın yerleri tırmaladı, süründü, deli gibi böğürdü ve ağlayarak
cehennemin sahibine yalvardı.
“Yapma.” Mutlak acı, ölüm, dehşet, saygı... Hepsi vardı kadının
sesinde.
Adam durdu. Habis bakışlarını canavar annenin üzerinde gezdirdi ve
elindeki yavru yaratığı kadına fırlattı.
“Benim için öldür yoksa hepsi ölecek.”
Kadın küçük iblise sıkıca sarıldı. Yaratık da ufak pençeleriyle
kadının gri omuzlarına tutundu.
“Öldür onu...” diye fısıldadı adam. “Kanını avcuma akıt...”
Kanın ağır kokusu odayı kaplamıştı. Üç küçük kafa... Pencerelerden
vuran ay ışığının donuk aydınlığında yapış yapış kan gölünün içindeydi. Kadın
kucağında çocuğunu sıkmış ağlıyor, ölümün leş kokulu ağırlığı iki yaratığın üzerine
çöküyordu.
Kara delikte oynaşan yavrulara baktı adam. İki tane kalmıştı.
Yakaladı birini ve ölüm saçan ellerini boynuna kenetledi.
“Öldür onu,” dedi adam.
Kadın küçük canavara daha sıkı sarıldı. Adam ürkünç dişlerini
gösterip gülümsedi. Rüzgar dışarıda kudururken, dehşet dört bir yandan
sürünerek geldi. Elindeki yaratığın gırtlağına parmaklarını soktu adam ve
parçalayarak kopardı. Kadın acıyla ulurken, kanlar içindeki dördüncü kafa
ayaklarının dibine yuvarlandı.
“Bana kurban ver!” diye bağırdı adam.
Kadın önünde simsiyah parıldayan maskaralığa baktı. Dört kanlı
top... Çocuklarının kanı içerisinde yüzen kelleler... Çocuklarının kelleleri...
Boş bakan gözlerini boynuna sarılan küçük yaratığa çevirdi. Adam sinsice
fısıldadı.
“Kan akıt...”
Kadın bakışlarını kaldırdı ve dehşetin beden bulmuş haline baktı. Kapkara
kanlı elleri delikteki son yavrusuna uzanıyordu. Yüzlerce sivri diş, kan gölü,
ölüm, adak, kurban, kan, KURBAN! KURBAN!! Nefretle böğürdü kadın. Dehşetli
çığlığı odada yankılanırken elleri kucağındaki yavru iblisin boynuna gitti.
“Kan akıt...”
Kadın bir anda geçirdi tırnaklarını. Ilık kan parmaklarından
avcuna oradan dirseğine yürürken yavru canavarın ciyaklamaları geceye karıştı. Delilik
içinde dolaştı kadının ve o biraz daha parçaladı küçük gırtlağı. Adam
gülümsedi. Kadın uludu. Ta ki küçük kafa kanlı parkelerin üzerine düşüp fokur
fokur kan kopmuş gırtlaktan akana kadar. Kadın başsız bedeni elinde tuttu ve ürkünç
çığlıklarının arasından konuştu.
“Sana adıyorum!”
Adamın gülümsemesi genişledi. Kadının feryadı dinmedi. Cesedin
yanına gelip iki avcunu ılık kanla doldurdu adam. Avcunu gıdıkladı kan ve tatlı
bir ürpertiyi tüm vücuduna yaydı. Gece tüm yabanıllığıyla devam ederken adam
yüzüne sürdü kanı. Boynuna yaydı, dişlerini ovdu, kulaklarına sıvadı... Kurban,
kan, adak... Adam küçük bir kahkaha atıp siyah geçitte kıpırdanan son çocuğa
baktı. Gri derili yaratık ciyaklıyordu. Adam vıcık vıcık ellerini soktu kara
deliğe ve son çocuğu alıp yere bıraktı. Kadın dehşetengiz çığlıklarına devam
ederken adam simsiyah cehennem geçidine tırmandı ve dipsiz gecenin dibinden
gelen adam, cehenneme giden kapkara delikte yok oldu.
Bulut TAR
Ekim 2010 - Eylül 2013