28 Mayıs 2013 Salı

ANLATACAKLARIM DAHA BİTMEDİ





“İnsan birazcık gülmeyecekse
dirilmenin ne anlamı var ki?”
Clive Barker


“İtiraf etmem gerekirse, mezarımdan yeni hortladım.” Biramdan bir yudum daha alıp karşımdaki adamın gözlerinin iri iri açılmasını keyifle seyrettim. “Gece vaktiydi ve dirilmek için daha iyisi olamazdı. Topraklar havada uçuştu, bir kaç karga uykusundan uyandı. Beni bir görmeliydin, mezarlıkta tozu dumanı birbirine kattım.” Arkama yaslandım ve çamurlu elimi gıcır gıcır pantolonuma sürdüm.
Küçük bir bardı burası, hani şu gariban kenar mahalle barlarından. Camında bayan eleman aranıyor yazıp içeride bir tane kadın olmayan türden. Bira ucuz, cildim mosmordu, toz topraksa benim diğer adımdı. Yani fazla seçeneğim yoktu.
Karşımdaki kel, bıyıklı adam loş ışıkta gözlerini kısmış yüzümü görmeye çalışıyordu. Bara girer girmez masama çökmüştü üç kağıtçı pezevenk. Yolunacak kaz ha? Ben zaten yolunmuşum. Beni solucanlar kemirmiş, üzerime köpekler işemiş... Bu bıyıklı kan emici bana daha ne yapabilirdi ki? Paramı mı alırdı, canımı mı? En fazla kıçımdaki pamuğu. O da zor, bara giderken kontrol etmiştim, taşlaşmıştı, çıkacak gibi değildi. Sinsi gözlerine bakıp hikayeme devam ettim.  
“Kefenimi keyifle parçaladım. Zor olmadı, zaten çürümüştü. O bez parçasından kurtulunca nemli mezarlık havası yüzüme çarptı. Şöyle bir derin nefes alayım dedim. Sonradan canım istemedi.” Gülümsedim fakat silik ışıkta kararmış dişlerim gözükmedi.  
Adam bana doğru eğildi.
“Ne zırvalıyorsun lan sen. Kafan mı güzel yoksa beni mi saf gördün?”
Biramdan koca bir yudum aldım. “Dilim kösele gibi, biranın değil tadını almak, ıslaklığını bile hissetmiyorum. Kanım kurumuş, beynimde haşereler cirit atıyor ve sen bana diyorsun ki sarhoş musun? Hayır, sadece ölüyüm.”
Adam ağzının içinden bir küfür mırıldandı ve gözünü benden ayırmadan kalkıp barmenin yanına gitti. İki adam karanlıklar içinde fısıldaştılar. Bana bakarak, beni izleyerek...  Bir süre sonra barmen tezgahın altında kayboldu. Önce baygın müzik kesildi ardından küçük barın lambaları titreşti. Aydınlık huzur getirmedi kuşkusuz. Gölgeler yok olunca barın leş gibi döşemelerinin ıslak olduğunu gördüm. Köpük köpük bira... Ayaklarımdan başlayıp tezgaha kadar gidiyordu. Şöyle bir baktım, pantolonum sırılsıklamdı. Bira içimden sızıyordu. Çürümüştüm... Midem kevgire dönmüş, etlerim lime lime olmuştu. Karanlığın sakladığı dehşet şimdi tüm çürümüşlüğüyle bu küçük barı sarmıştı. Bıyıklı sessizce fısıldadı.
“Hassiktir.”
Ölü gözlerimle barın köşesine sinmiş barmene baktım. “Kapat ışığı dostum. Kötü bir niyetim yok.”
Barmen sessizce eğildi ve çıplak ampuller yeniden silikleşti.
“Hıışşt Bıyıklı, inandın mı şimdi bana? Gel, yaklaş, daha anlatacaklarım bitmedi.”
Adam bir an yerinden kıpırdamadı. Sırtını bara dayamış bıyıklarını kemiriyordu.
“Daha sana çükümün nasıl çürüdüğünü anlatmadım. İlk orası düşer derlerdi inanmazdım. Mezarlıkta fark ettim ilk, üzerimdeki toprağı silkelerken yokladım, püf... Kurumuş gitmiş.”
Adam küçük adımlarla kapıya doğru yavaşça yürüyordu. Gözleri üzerimde, titreyerek... Kaçamak bakışlarla kapıyı kesiyordu. Ölü bakışlarımı ayırmadım üzerinden. Kapıya bir kaç metre kala koştu. Biranın vıcık vıcık yaptığı zeminde biraz tökezledi ama düşmedi. Kapıya deli gibi yapıştı ve gecenin güvenli karanlığında yitti.
Bardaki diğer adamlar da dehşetle onu izlediler. Biri yere düştü. İkisi onu çiğnedi. Barmen uzun bir atlamayla, yerdeki ise sürünerek kaçtı yaşayan ölümün gölgesinden.
Bara baktım kimse kalmamıştı. Ayağa kalkıp tezgaha gittim ve kendime bir bira doldurdum.
“Daha mezarlık bekçisinin kıyafetlerini nasıl aldığımı anlatmadım. Adamın saçlarının nasıl bir anda beyazladığını, şeyini kopartıp kendime takmaya çalışırken nasıl eğlendiğimi... Toprağın altı çok sıkıcıydı. Ah... Anlatacak o kadar çok şeyim var ki...”
Biramdan büyük bir yudum aldım, sonra döşemeden gelen şıpırtılara kıkır kıkır güldüm.


Bulut TAR
           Mayıs 2013  

25 Mayıs 2013 Cumartesi

AÇLIK




        Peşimdeki topal yaratığı kaçamak bir bakışla tekrar süzdüm. Hala arkamdaydı piç. Kan kokusunun kudurttuğu bir yaratığı gökten tanrı inse durduramazdı kuşkusuz. Öğle güneşi tepede, pis, nemli yaz sıcağı her yerdeydi. Dağ yolunda, eski manastırın kilometrelerce uzağındaydım. Dönüp arkamdan gelen ucubeye bir daha baktım, topal bacağını sürüye sürüye geliyordu.

            Yakaladığım kuzuyu parçalarken görmüştü beni. Kan toprağa akarken, dev bir çınarın dibinde çökmüş, hayvani bir iştahla beni izlemişti. Uğursuz gözlerinin içine bakarak parçalamıştım hayvanı. Sonra da bir budunu sırtıma vurmuş, gerisini de çiğ çiğ yemiştim. Şimdi kuzunun ılık, ıslak eti çıplak sırtıma değiyor, berbat öğlen sıcağıyla birlikte kanla karışık ter sırtım boyunca akıyordu.
            Dişlerimi sıktım, bu ucube midemi bulandırıyordu. Arkamdaki aksak adımlarını duydum yine. Sinsi it.
Dilim, dişimin arasına kaçmış küçük et parçasıyla oynuyor, ağzımda hala kan tadı dolaşıyordu. Derin bir nefes aldım ve durdum. Peşimden gelen düzensiz adım sesleri de bıçak gibi kesince yüzümde bir tebessüm dolaştı.
“Korkak ibne” dedim sessizce.
Arkamı döndüm. Kavruk bedeni, kıllı şekilsiz suratıyla topal ucube oradaydı. Tedirgin ama iştahla bakıyordu sırtımdaki kanlı buda. Dişlerimi sıkarak ama yüksek sesle konuştum.
“Yoluna git yoksa dökerim bağırsaklarını.”
En fazla on metre uzağımdaydı ve yabanıl gözleri delice bakıyordu. Bir adım geri atar gibi oldu sonra vazgeçti. Ağzını açtı, perişan sesi kasıklarımı kaşındırdı.
“Açım. Yalvarırım.”
“Ot ye it” dedim çukuruna kaçmış gözlerine bakarak. “Fakat bana ilişme. Senin gibi yüzlercesinin derisini yüzdüm ben. Taş baltamla kemiklerini dağıtıp, ay ışığında kanlarıyla yıkandım. Etimden çek gözlerini yoksa götünü keser sana yediririm.”
Yaratık çömeldi ve iç parçalayan bir böğürtü koyuverdi. Elleri yerleri dövüyor, çaresizlik gözlerinden fışkırıyordu.
Güneş ensemi yaktı, beynimi kavurdu. Ter burnumdan damlıyordu. Elimle yüzümü sildim ve şekilsiz ucubenin yabanıl gösterisini genişleyen bir sırıtmayla izledim.
“Ölüyorum piç. ÖLÜYORUUUM.” Çığlıkları dağdan yankılanıp geri döndü. Zayıflıktan içine kaçmış karnını çekiştiriyordu şimdi.
Yanına gittim ve kafasından tutup kaldırdım iti. “Geber orospu çocuğu” dedim kulağına. “Atalarını da bu çayırlarda becermiştik. Sen de burada geber.” Feri kaçmış gözlerine baktım ve o pis suratına nefret kustum. “Hatırlıyor musun eskileri? O süslü elbiselerinizi ellerimizle parçaladık. Parfüm kokan inlerinizi bir tekmeyle dağıttık. Hatırlıyor musun ha? Soyunuzu biz kuruttuk. Kanınızı içtik, ırzınıza geçtik, etinizi yedik. Şimdi gelmiş bana açım diyorsun.” Dişlerimi göstererek güldüm. “Senin tok olman günah.”
Yaratık yüzüme kederle baktı. “Bu dili nereden öğrendin?” dedi. Yüzündeki keder yerini acı bir gülümsemeye bırakıyordu şimdi. “Sen geçmişi ne kadar hatırlıyorsun ki yamyam piç?” Gülümsemesi genişledi. “Laboratuvarları hatırlıyor musun? Beyaz fayanslar ha? İçinde büyüdüğün küvezi? Cevap versene orospu çocuğu?
Kafatası iç gıcıklayan bir çıtırtıyla elimde dağıldı. Cevabım un ufak olmuş kemik ve peltemsi beyindi. Tam bana göre, tam bize göre. Ölü kulağına eğildim hırsla soludum.
“Senin vaden doldu, şimdi benim zamanım.”
Leşi yere bıraktım ve dar patikada yoluma devam ettim. Sırtımda kuzu budu, elimde insan beyniyle. 
  


Bulut TAR

Mayıs 2013

23 Mayıs 2013 Perşembe

TOZ

        Uzun, ince bacaklı Keela kendini hiç zorlamadan, küllerin savrulduğu caddede ilerledi. Bir zamanlar yol olması gereken tozlu erimiş kül rengindeki asfaltın etrafındaki boş binalar ona üstünde asılı, gri ayı anımsattı. Savrulan rüzgarın takırdattığı bir şeyler inildedi. İskeletleri demir yumaklarına dönmüş, renksiz araçların üstünden 4 eklemli bacaklarıyla sorunsuzca atladı Keela. Duyargası etraftaki rüzgarın titreşimlerini aşarak olağandışı olması gereken bir şeylere odaklanmaya çalıştı. Metalik renge bürünmüş algısında kırmızı bir nesne nabız gibi attı. Titreşimi unufak olmuş binaya kadar izledi. Önünde, başlık taşıyan insan sembollerinin asıldığı paslı tabelalardan buranın bir insan saldırı üssü olduğunu anladı. Kafası kelimelerle, mecazlarla ve mütemadiyen insan kültürüyle boğuşmayı becerse de görsel dünyaları ona çok kısır ve düğüm düğüm geliyordu.    
        Aradığı şeyi bulduğunda onu kaldırıp çıtır çıtır dokusuyla eğlendi. Üzerine düşünmesi gereken zamanı harcamaya hazırlanmadan önce bile aradığını bulduğunu biliyordu. 

         Keela üssüne sığınmış dışarıdaki iyon fırtınasının uğultusunu dinlerken, kendine tanıdığı zamanda mantıklı sonuçlara varmaya çalışıyordu. Karbon tabanlı, ısıyla elde edilmiş nesneyi ve sonradan içinde fark ettiği keratin tabanlı diğer maddeyi düşündü. Onun ne olduğunu anlamadan bile hoşuna gitmeyecek bir şey olduğunu hissetmişti. Duyargası kaşındı. Nesneyi parmaklarında yavaşça çevirdi. Verdiği his artık o kadar da hoşuna gitmiyordu ve içine kapatılmış salınan, kararmış şey de buna dahildi. İçinde fazla uzağa gidememiş hayaller ve karanlığa terk edilmiş sevginin küflenmiş ümidi vardı. Hala yaşıyor diye düşündü, duyargası kaşınarak. Hala tutunuyor. Onu yaratıp kafese koyanlar etrafta uçuşan küllerin anısına dönüşmüşken bile yaşıyor. 
     Keela bu hissi süssüz metaforlarla tanımış, devasa veri bankalarındaki kaynakları kullanarak yolculuğu boyunca insan duygularında uzmanlık geliştirmişti. Gülmek ve kahkaha atmak, acıyla sırıtmak ve alaycı olmak, evcil hayvanını ve büyük anneni sevmek, yaralı birinden uzak durmak ve özellikle yaralı birini bulmak, sevinçten ya da sadece istediği için ağlamak. Sonuncusunu biyolojisi gereği başaramayacağını düşünse de tanımsal olarak tam karşılığını öğrenip, hissetmişti.  Bütün o ön hazırlık ve eğitim en nihayetinde işine pek yaramadı. Sıcak, kül ve nükleer serpintiyle kavrulmuş gezegenin taşıdığı duyguların hayaletleri bile hiçbir şeye kendini hazırlayamadığını ona ilk elden gösterdi. Duyargası sevgiyi algılayıp Keela’nın ortak zihnine aynı hissin karşılığını kodlarken yaşadığı kontrollü sevinç bile artık çok gerideydi. Yaşadığı şeylerin yeniliği, farklılığı artık yoktu. Merak etmesi ve öğrenmesi için ona algı verilmişti ama bu sancılı sevinç bile onu hissettiklerinden koruyamıyordu. 
      Transfer cihazını kapatıp küçük tesisin her yanında hissedilen insan müziğini açtı. Uvertür’ün titreşimi eklemlerini istem dışı germesine sebep oldu. Nesnenin ağız kısmını dikkatlice kesip içindeki kararmış keratin tabanlı maddeyi çıkardı. Beklediği gibi paramparça oldu. Ufak parçaları elinde toza dönüşürken, içinden bir titremenin onu sardığını fark etti. Yine oluyordu. 

Seni seviyorum. 
Seni seviyorum, dedi ona.
Benden vazgeçme. 
Asla, dedi.
Beni neyle kıyaslardın?
Seni güneşle kıyaslardım.
Ben güneş değilim.
Hayır, dedi ona.
Sen burada herkesin tepesinde asılı güneş değilsin.
Sen dişil, soluk güneşimsin…
Burada öyle bir yıldız yok, 
Yalan mı söylüyorsun? dedi ağlamaklı
Bir yıldıza yalan söylesem fark eder mi?
Dudağının kenarını istiyorum dedi ona,
…Yanaklarını istiyorum,  gözlerinin üzerimde
Kalmasını, elini, yumuşak hissini, içindeki eti ve kemiği, diye tamamladı diğeri.
Seni ve her sabah doğup tan yerinde gömülen bir güneşin sabahındaki yokluğunu istiyorum. 

        Keela eklemlerinin kıvrılabildiği ölçüde ters yatmış bir örümcek gibi yığılıp kalmıştı. Müzik ölü notalarını çınlatırken titreyen sadece duyargası değil bütün bedeniydi. Bundan bir tane daha yaşarsa sadece hissettiklerinden öleceğine inanıyordu ama atlatmıştı. Şimdi emindi ki bunu bir daha yaşarsa ölürdü. Bu diğerlerinden farklı mıydı? Hayır, dedi kendi kendine. Hayır değildi. Diğer milyonlarcasının ki gibi bir acının rahiyası, aroma aynıydı. Ama…
         Ama… Bu nesne aradıkları şey olabilir miydi? İnsanın içine hislerini kilitleyebildiği bir makine, işini ne kadar kolaylaştıracağı o an umurunda bile olmadı. Fırtına hafifleyince nesneyi Reea’ya götürmeye karar verdi. Nesnenin kullanım amacını öğrenebilirse çıkardığı hissi bir daha yaşayıp yaşamayacağını bilebilir, kurala uygun şekilde kataloglayabilirdi. 
Sonra müziği kapatıp yalnızca fırtınayı dinledi.

        Külle karışık kar üzerinde birikirken Reea’nın örnek topladığı yere öğlene doğru vardı. Keela onun görüşüne girmeden çok önce onu duyargasıyla selamlamış, konuyu da açmıştı. Reea ön kollarını oynatma gereği duymadan geriye uzandı.
Nesne bu mu? Katalog dışı…
Taramadım, sadece sana sormak istedim. İnanılmaz güçlü bir… İletken olabilir mi?
‘His taşıyıcı gibi’ mi? Reea duyargasını alayla kıstı.
Olabilir. 
Değil. Daha ilk bahsettiğinde olmadığını anladım. Düşünmeye bile gerek yok, o istediğin şey değil.
Ne peki? Bu kadar yoğun, ne hissettiğimi sana iletemem bile, felç olursun!
Duyarga kısılması. Öfke.
Keela, 
Evet,
Bu uzun süreli koruma için tasarlanmış bir sıvı taşıma kabı, bu şimdi…
Evet?
O sadece bir su şişesi, içindeki toz da insan saçı.
Anlıyorum.
Nadir bir şey bulmuşsun, tebrik ederim.
          Teşekkür edip onu işiyle baş başa bıraktı.

        Keela güneşin batışına kadar iyice sönmüş fırtınanın içinde yürüdü. Üssünden amaçsızca hiç bu kadar uzaklaşmamıştı. Kabın ağzı için uydurduğu kapağı açıp içindeki toz keratini rüzgara saldı. Verileri kontrol etmedi, fırtına bir süre daha buralara uğramayacaktı, bunu biliyordu. Esintiye usulca bıraktığı tozun renginin bir zamanlar sarı olduğunu bildiği gibi. 
          Keela ağlamaya başladı, ama bunu fark etmediği için kataloglayamadı.


Tolga 

2012

Çorlu

SON ZİYARET


 “Mavi toprak mı? Gördüm. Konuşan çiçekler? Muhabbet ettim. Lav içen yaratıklar? Birlikte içtim. Bir yıldızdan öbür yıldıza uçtum. Işık hızı mı? Siktir et o ibneyi. Farklı gezegenlerde farklı imparatorluklar gördüm. Dini törenlere şahitlik ettim. Merkür’ün sıvı madenlerinde yüzdüm. Büyük Okyanusun dibinden kum çıkardım. Dış uzaya gittim ama çabuk döndüm. Ay'a giden rokete kene gibi yapışan bendim. Mars’ın kızıl kumlarına işeyen, Satürn’ün kırsalında üşüyen hep bendim. Babil kulesinde taş taşıdım, firavunlara parmak attım. Timur’un fillerini bile besledim. Dünya daha yeni yetmeyken üç yıl Glahga gezegeninde yaşadım. Bir karış boyunda kılıksız mahlukların ayak işlerini bile yaptım ben.”
İnsanların susup ona baktığını görünce, masadan iki bardak daha alıp alçak sesle devam etti.
“Venüs’te sürtmek varken neden bugün buradayım biliyor musun?”
Küçük çocuk masadaki boşları toplayan tuhaf adama hayretle baktı. Adam şimdi bardakların hepsini parmaklarına takmış diğer elindeki pis bezle masayı siliyordu.
Çocuk ürkerek sordu.
“Neden?”
Adam masayı silmeyi bırakıp derin bir nefes aldı ve eğilip çocuğun kulağına fısıldadı.
“Dünya battığında oradaydım diyebilmek için.”
   
  Bulut TAR
  23.05.2013

22 Mayıs 2013 Çarşamba

KÖY



“…ve daha çok beğenirim o alçaktaki soğuk ışıktan senin uzaktaki ateşini.”       
                                                              E.A.Poe                                                                                 


Çam ormanlarının alt tarafında denizin engin açıklığına bakan güzel bir köy vardı. Denizden bu köye baktığınızda onda büyüleyici birşeyler olduğunu anlayabilirdiniz. Davetkar yapısı, küçük, ilginç ve bir o kadar da kasvetli evleri ile, onların tuhaf ve yabancılardan hoşlanmayan ev sahipleri göze çarpardı köyün içine girdikçe. İnsanlarda bir telaşe ve dehşet sezilirdi onlara ilk baktığınızda. En gencinin yüzünde bile bir çökmüşlük vardı. Doğuştan yaşlı gibilerdi.
Bu gölgeli köydeki yabanıl insanlar geceleri dışarı çıkmazlardı. Kapılarını sürgüleyip, perdelerini sıkı sıkı örter ve tekinsiz karanlığın sona ermesini beklerlerdi. Köy halkının bu garip davranışının bir çeşit batıl inanç olduğunu bana köyün yaşlılarından Edgar söyledi ama neye inandıklarını asla söylemedi.
Yaşlı Edgar hep birşeylerden korkardı. Sürekli omzunun arkasından bakıp sanki bir şeyler onu takip ediyormuş gibi davranırdı. Deniz kıyısında yaptığımız sohpetlerde bir denizin uçsuz bucaksız ıssızlığına ve dehşetin hüküm sürdüğü tekinsiz sularına bakar, ardından da arkasına dönüp müthiş sıklıktaki çam ormanını dikizlerdi, sonra dikkatini iyice ormana verip sanki ağaçların arasında birşeyler yürüyormuş gibi gözlerini kısarak süzerdi ormanın tekinsiz derinliklerini. Uzunca bir süre geçtikten sonra bana döner ve titrek bir sesle konuşurdu.
“Geç oldu evlat, gün batmadan gitmeliyim, çünkü gerçek olan bizi terk ettiğinde bu gördüğün güzel köy bambaşka bir yer olur ama sen bunu tahmin bile edemezsin, çünkü sen yabancısın. Bulunduğun yere tamamen yabancısın, gündüzün bir göz boyama olduğunu anlayamazsın.”
Bunları söylerken heycanlanır  gözleri parlar ve elleri titrerdi. Dünyevi olmayan bakışlar fırlatırdı etrafına. Sonra da küçük kulübesine gider ve gecenin bitmesi için dua ederdi ama neye dua ettiğini asla söylemedi.
Edgar’ın sözlerinden sonra yeni geldiğim bu yerde geceleri dışarı çıkmaya cesaret edemedim ama her gece camdan dışarıyı izledim. Gece her yerde aynı geceydi, karanlık ve titrek ay ışığı. Bundan cesaret alıp bir gece dışarıya çıkmaya karar verdim. Sahile doğru yürüdüm. Denize uzun uzun baktım. Kuzeyden esen rüzgarla birlikte üşüdüğümü hissettim. Deniz bu rüzgarla kabardı ve dev dalgalar halinde kıyıya vurmaya başladı. Dalgaların melodik çığlıkları kulağımı tırmalarken, çam ormanlarından gelen hışırtılar beynimi uyuşturdu. Dönüp ormanın derinliklerine kuşkulu bakışlar fırlattım. Hemen ardından kafamı gökyüzüne çevirdiğimde dizlerimin bağını çözüp beni yere deviren manzarayı gördüm. Ay o kadar yakındı ki sanki elle tutabilirdim. Fakat yıldızlar... Tam zıt şekilde bana ve dehşetin tohumlarının ekili olduğu bu yere görülmeyecek denli uzaktı. Aklıma yaşlı Edgar’ın sözleri geldi. 
             “Gerçek olan bizi terk ettiğinde bu gördüğün güzel köy bambaşka bir yer olur ama sen bunu tahmin bile edemezsin, çünkü sen yabancısın.”.
 Edgar’ı yavaş yavaş anlıyordum. Ben gerçekten de bu lanetli köye yabancıydım. Hatta bu dünyaya yabancıydım. Bunu Edgar biliyordu ama ben yeni öğrendim. Etrafıma baktım, ay tam önümde duruyordu.Yıldızlarsa artık yok olmuştu. Ay yüzümü aydınlatıyordu ama güneş kadar başarılı değildi. Bu kadim ışık, gerçek olan kadar yeterli değildi. Bu yüzden denizin üzerine düşen görüntüm, benim bir yabancı olduğumu bir kez daha söyledi. 

               Bulut TAR      
     07.10.2005