1 Ekim 2013 Salı

KUZEY RÜZGARI ÖLÜM KOKAR



                                                                Çizer: Yiğit Aydoğan


            Sokağın ucunda yanan gece lambasının ışığı titriyordu. Uzun dar bir sokaktı. Yarım saat önce durmuş yağmurun ıslattığı kaldırımlar, titreşen ışığın sönük aydınlığıyla parıldıyordu. Derin bir sessizlik hâkimdi bu tekinsiz sokağa. Mezar kadar sessiz ve mezar kadar soğuktu. Zaman zaman gecenin bağrından sökün eden sert bir rüzgâr esiyordu sokak boyunca. Birkaç kepengi tangırdatıp ürkütücü sesler çıkararak gecenin dipsizliğine geri gidiyordu. Sokak boyunca sağlı sollu bakımsız ve çoğu metruk evler sıralanmıştı. Bazılarının alt katlarında çeşitli dükkânlar vardı. Tozlu vitrinleri gece lambasının hayaletimsi ışığını yansıtıyordu. Fakat her yere ulaşamıyordu o titrek ışık. Merdivenler… Bodrum katlara inen merdivenler vardı. Birkaç basamağı ışıldıyordu fakat geri kalanı… Oradaki karanlık, dipsiz bir mağaranın ağzı gibiydi. Kim görebilirdi ki o siyahlığı mesken edinen isimsiz dehşetleri?
Sokak lambasının altında bir adam belirdi. Sokağın gölgeli köşeleri onu fark etmemişti ama adam dikkatle, uzanan karanlığı seyretmekteydi. Şehrin bu bölgesinde özellikle de geç saatlerde pek insan olmazdı. Fakat adam dışarıdaydı. Kendinden emin dik bir duruşla sokağı süzüyordu. Başında fötr şapkası, üzerinde de uzun bir pardösü vardı. Şapkanın yarattığı gölgeden yüzünü görmek imkânsızdı. Fakat duruşundan çelik gibi bir yüze sahip olduğu anlaşılıyordu. Bekledi adam sokağın aydınlık tarafında. Karar vermek… Siyahın yuttuğu tarafa adım atmak ya da aydınlığın insafına sığınmak.
Yürüdü adam kesif karanlığa, en kararlı adımlarla. Yavaş yavaş uzaklaştı gece lambasının ışığından ve attı kendini siyahın boyadığı sokağa. Ayak sesleri sokak boyunca yankılanıyordu şimdi. Ses çıkartmaktan çekinmiyordu adam, geceyi uyandırmaktan korkmuyordu. Hastalıklı havasını çekti ciğerlerine. Soludu geceyi. Siyah yoğunlaştı ve soluk ışık arkada küçük bir ayrıntı olarak kaldı. Bir uğultu… Rüzgâr buz gibi bir dokunuşla geldi. Bir hayalet gibi geçti sokaktan ve ardında zangırdayan kepenklerin irkilten müziğini bıraktı. Adam şapkasını güçlükle tuttu. Eski bir evin önünde büzülerek bekledi uğuldayan rüzgârın dinmesini. Ahşap bir korkuluğa tutunmuştu. Bodrum kata inen kaygan merdivenlerin eşiğinde… Elinin içinde ufalandığını hissetti korkuluğun, çürüyen tahtanın helva gibi dağıldığını…
Bir gıcırtı, ardından sessizlik…
Rüzgâr gecenin güvenli karanlığında yitti. Ne de olsa gece ustalıkla saklardı iblisleri. Adam, bir eli şapkasında öbür eli korkulukta sessizce bekledi. Yüzü seçilmiyordu fakat kuşku dolu bakışları aşağıya, merdivenlerin bittiği yerde sonuna kadar açılmış kapıya bakıyordu. Eşikte, içeriden sızan silik, sarı ışığın önünde, bir kadın silueti duruyordu. Çabuk bir el hareketi yapan kadın tiz ve heyecanlı bir sesle konuştu.
“Lütfen içeri gelin, bu soğukta dışarıda donarsınız. Evimiz sıcaktır lütfen misafirimiz olun.”
Adam tereddütle süzdü kadını. Eşikte durduğundan gecenin kara gölgeleri oynaşıyordu yüzünde. Adam ifadesini anlamakta zorlanıyordu kadının. Bir saat önce duran yağmur yeniden çiselemeye başlamıştı şimdi. Kadın neşeli bir kahkaha attı.
“Bu kadar düşünecek ne var, ıslanmak mı istiyorsunuz yoksa?”
Küçük bir tebessüm dolandı adamın yüzünde ve yosun tutmuş merdivenlerden aşağıya doğru indi. Gevşek basamaklar ayaklarının altında gıcırdarken, dipsiz gecenin dibinden gelen adam tebessümünü korudu. Fakat o gölgeli sırıtışta neşeden eser yoktu.

Rutubet kokusu… Bu koku eve bir kere sindiyse orayı kolay kolay terk etmez. Her gizli köşede saklar kendini. En umulmadık yerlerden yayar pis kokulu nefesini. Anlayamazsın, giydiğin elbisenin kumaşından, yediğin yemeğin tadına kadar sarar etrafını. Fakat alışırsın, çünkü sen de kokmaya başlarsın zamanla. Fark etmezsin, ama rutubetin ekşi kokusu işler tenine, etine, iliğine…
Adam, tek bir mum ışığının ölgün ölgün aydınlattığı odaya girdi. Odadaki büyük soba içeriyi ısıtmıştı. Adam üşüdüğünü içerideki sıcağı hissedince anladı. Pek büyük olmayan bir depoydu burası. Fakat kadın burayı bir ev şekline sokabilmek için elinden geleni yapmıştı. Geniş, ahşap yuvarlak bir masa vardı odanın ortasında. Etrafına pek sağlam gözükmeyen üç sandalye yerleştirilmişti. Masanın ortasında duran mum odanın uzak köşelerinde titreşen gölgeler yaratıyordu. Adam ayağının altında korkunç şekilde inleyen ahşap zemine baktı. Pis, kabarmış ve yer yer eksilmiş bu tahta yığını, asırlar boyu ölüm kokan toprağın altında yatmış sahipsiz kemikler gibi duruyorlardı.
“Lütfen, buyurun, rahatınıza bakın” dedi kadın.
Adam bakışlarını yerden kaldırıp “Teşekkürler” dedi boğuk bir sesle ve sandalyelerden birine oturdu. Rutubet kokusu beynine kadar işliyordu. Fakat rutubet kokusunun altında gizlenen iç bulandırıcı bir koku daha vardı. Sürekli değil ama zaman zaman geliyordu burnuna. Adam birkaç kez burnunu çekiştirip boğazını temizledi. Ardından kafasını kaldırıp ev sahibesini süzdü. Kadın odanın bir köşesini mavi ışığıyla aydınlatan piknik tüpünün başındaydı. Üzerinde çaydanlık tangırdıyordu. Birer fincan çay doldurdu ve masaya geldi. Kıpkırmızı dudaklar, ciğer rengi allık, kapkara sürmeler ve mat, yüzüne balçık gibi sıvanmış fondöten... Elli yaşlarında fakat oldukça dinç bir kadındı. Üzerindeki yeşil kırmızı çiçekli elbisesini dimdik taşıyor, ayakları kabarmış parkeleri delecekmiş gibi yürüyordu. Fakat yüzündeki ağır makyaj onu donuk bakışlı, yapay ve ifadesiz kılıyordu. Çayları masaya koydu ve bir sandalye çekip oturdu kadın.
“Size adınızı sormayacağım. Evime gelen misafirlerimi sıkboğaz etmeyi sevmem. Çayınızı için, ısının, dışarısı çok soğuktu, üşümüşsünüzdür. Şöyle yaklaşın biraz daha sobaya.”
Kadının konuşmasında belirgin bir aksaklık vardı.
Adam sobaya yaklaştı ve çayını üşümüş ellerinin arasında sıkıca tuttu. Sıcaklık huzur vericiydi. Parmak uçlarından emdi ısıyı ve bütün vücuduna yaydı. Dışarıda yağmur şiddetlenmişti. İri damlalar, bodrum katlara has, küçük pencereleri dövüyordu. Eski, ahşap doğramalar yılların nemini yemiş, yeşil birer süngere dönüşmüşlerdi. Sert bir rüzgârda parçalanacak gibi duruyorlardı ve dışarıdaki habis rüzgâr bu sınırı zorluyordu. Geçen yılların armağanı rutubet ve küf pencerelerden tavana sıçramış, tavanın köşesini ve duvarı hastalıklı bir yeşile boyamıştı. Fakat o yeşil renk gündüz için geçerliydi. Güneş battıkça koyulaşır, gece çöktükçe tehditkâr bir siyaha dönüşürdü. Aysız gecelerde, en koyu siyaha bürünür, adı anılmayan dehşetlere açılan tekinsiz bir delik gibi dururdu tavanın köşesinde. Şimdi adamın gözü bu karaltıya takılmıştı, piknik tüpünün tam üzerinde asılı duran habis karaltıya... Dikkatini kadın dağıttı.
“Rutubet bütün duvarları mahvetti. Defalarca sildim ama nafile. Ben alıştım artık öyle durmasına. Çayınız, lütfen soğutmayın, içiniz ısınsın.”
Adam yüzünde dolaşan küçücük tebessümü gizleyerek kadına kaçamak bir bakış attı, ardından dumanlar tüten çayından bir yudum aldı. Garip bir tat vardı çayda. Anlaşılan rutubetin pençesinden o da kurtulamamıştı. Fakat ne olursa olsun sıcak bir şey içmek adama iyi gelmişti. Çayından bir yudum daha alırken odanın gölgeler oynaşan arka tarafından bir sürtünme sesi geldi. Sanki bir kedi duvarlara sürtünüyordu. Adam çayı elinde tutup kadına baktı. Ahşaba sürtünen tırnak sesleri geliyordu şimdi. Kadın ifadesini değiştirmeden arkaya doğru baktı. Mumun ulaşmadığı zifiri karanlığa dikmişti gözlerini. Tırnak sesleri artıyor, simsiyah dehşetlerin habercisi habis rüzgâr irkilten çığlıklarıyla pencereleri tangırdatıyordu. Adam önce pencereye ardından odanın karanlık köşesine baktı. Kadın önüne döndü ve bir sigara yaktı. Derin bir nefes çektikten sonra masadaki mumu alıp ayağa kalktı.
“Merak edecek bir şey yok. Hemen geliyorum.”
Yüzünde gölgeler dans ediyordu kadının. Herhangi bir cevap beklemeden odanın arka tarafına doğru yürüdü. O yürüdükçe mumun ölgün ışığı karanlığı deldi ve siyahın gizlediği ne varsa aydınlığa mahkûm etti. Sürtünme sesleri devam ediyordu. Adam kadının aydınlattığı tarafa baktı ve daha önce fark edemediği eski ahşap kapıyı gördü. Kadın sigarasını ağzına yerleştirip kapıyı açtı ve dışarıda debelenen rüzgar içeri daldı. Puf! Rüzgar önce mumu söndürdü sonra da odayı karanlığın insafına bıraktı. Çürük, küf, bok, kan... Rüzgar leş kokulu nefesini üfürdü. Adam burnunu çekip dişlerini gıcırdattı. Gözlerini kısıp zifiri karanlıkta kadının nerede olduğunu görmeye çalıştı. Rüzgarın uğultusunun arasından fısıltılar işitti. Kadının sesini duyabiliyordu fakat ne söylediğini anlayamıyordu. Yerinden kalkıp kadının yanına gitmek istedi fakat tamamen yabancı bir sesin kadına cevap verdiğini işitince durdu.
“Geldiler mi? Tamam tüpü söndür. Söyle o bücürlere bize de ayırsınlar.”
Kadın sesini çıkartmadı ve kapı küçük bir gıcırtı çıkararak kapandı. Bilinmeyen diyarlardan esen habis rüzgar geldiği gibi odayı terk etti fakat zehirli nefesini orada bıraktı. Bıraktı ki herkes solusun, herkes dehşetin soğuk, küf kokan nefesini ciğerlerinde hissetsin.      
Çakmak sesi geldi ve mum, titrek ışığını yeniden yaymaya başladı.

Yağmur durmuş ve soğuk ay, çiğ, beyaz ışığıyla dağılan bulutların arasından süzülmüştü. Şimdi gece daha aydınlıktı fakat hala tekinsizdi. O donuk ayın sahte ışığına kim güvenebilir ki? Cehennemin bedensiz süvarisi rüzgar, uğursuz sokağa geri döndü. Döndü ve sarstı tüm caddeyi.
Kadın yüzüne yerleştirdiği çarpık gülümsemeyle masaya döndü. İzmarite kadar gelen sigarasından son bir nefes alıp söndürdü. Mumu masanın ortasına bırakıp sandalyeye oturdu.
“Kediler” diye soludu öfkeyle. “Arka bahçemin içine ettiler. Bir de kapıyı tırmalıyorlar, yüzsüz yaratıklar.”
Adam kadının gözerine baktı ve hafifçe sırıttı. “İyi tanırım kedileri.” Kadın adamın gülümsemesine tedirgin bir karşılık verip masadaki fincanlara uzandı.
“Bir çay daha alırsınız dimi?”
Fincanları aldı ve cevabı beklemeden ayağa kalkıp mavi alevler saçan tüpün yanına yürüdü. Adama fark ettirmeden tavandaki kara rutubet lekesine kaçamak bir bakış attı. Sert adımları ahşap zeminde gıcırdarken arkasından merakla bakan adamın habis sırıtışı genişledi. Ve genişledikçe dehşetin kambur, kemikli bedeni, gerilen dudakların arasından kendini gösterdi. Dişler... Uzun, ince, iğne gibi yüzlerce diş... Dehşet veba gibi yayıldı odaya ve mumun ölgün ışığında ürkünç dişler parıldadı. Gece tüm uğursuzluğuyla devam ederken dehşetengiz sırıtışı biraz daha genişledi.
Korku mu? Dehşet mi? Onlar karanlık inlerinden gelirler. Koyu siyahla örtünüp, aramızda kol gezerler. Zaman zaman soluklarını hissederiz yüzümüzde. Fakat bazen en derinimizden yakalar bizi kemikli pençeleri. Çırpınsak da, bağırsak da kar etmez. Gecenin isimsiz iblisleri… Onları kovsak da gitmezler ki.
 “Dört yüzlü yaratığın hikayesini bilir misiniz?” diye sordu adam dişlerinin arasından. “Hani şu kafasında, sırtında ve iki dizinde suratlar olan yaratık.” Kadın çayı doldururken bir an durdu fakat adam devam etti. “Çipil gözlü, sivri dişli, gergin dudaklı, diş etleri iltihap kokan, çatal dilli suratlar... Bilir misiniz, o ağızlar ölüm kusarmış, o gözler felç edermiş, o dişler et istermiş...” Kadın tüpü kapattı ve mavi alevle aydınlanan rutubetli köşe, ayın ölüm beyazı ışığına kaldı. Kadın çayları alıp masaya yürüdü fakat dişler... Kadın duraksadı, adam durmadı. “Aysız gecelerde deniz kenarına gidip dört bir ağızdan haykırırmış, ‘Et, kan, ölüm olmazsa ben yaşayamam.’ Yaklaş...” Sesini iyice alçalttı ve cehennemde yontulmuş dişlerinin arasından yılan gibi tısladı. “Korkma, gel buraya. Tanıyor musun anlattığım yaratığı?”
Kadının çay tutan elleri titredi. Bir gölgelerin siyaha boyadığı ahşap kapıya, bir karanlığın içindeki kapkara lekeye baktı.
“Gözlerime bak,” dedi adam. “Tam içine, Dört yüzlü yaratık... Bir ıslığımla onu arka bahçe kapına dikerim. Daha gık diyemeden dört ayrı mideye inersin. Daha sonra tek bir şekilde birleşebilirsin, bok olarak o da bir boka yaramaz. O yüzden bana numara yaparken iki kere düşün. Şu zehirli çayından da bir fincan daha ver güzelmiş tadı.”
Kadının gözü seyirdi ve titrek bir sesle konuştu.
“Kimsin sen?”
Adam küçük bir kahkaha attı. “Makyajını sil de öyle gel.”
Kadının gözleri irileşirken rüzgar dehşetengiz ıslığıyla sokağı salladı. Pencereler yerinden oynadı, çatılardan kiremitler uçtu. Rüzgar ölüm gibi esti, ölüm gibi uludu. Kepenkler tekinsiz sokakta zangırdayıp ürkünç müziğini yaparken adam önce küçük pencerelere sonra kadının şaşkın yüzüne baktı.
“Yoksa beni yalnız mı sandın?” İnce bir çığlıkla şakıdı rüzgar. Adam buz gibi sesiyle konuştu. “Şimdi, makyajını sil.”
Kadın fincanları yere vurup hayvani bir çığlık atarak çömeldi. Kahverengi saçları yüzünün önüne düştü ve gölgelerin ışığa baskın geldiği odada yabanıl çığlığı yankılandı. Makyajı arkasındaki dehşeti gizleyemiyordu. Hafifçe doğruldu ve adama baktı. Saçlarının gölgelediği kan kırmızısı dudaklarını kaldırıp sivri dişlerinin arasından tıslıyor, ağzından süzülen çatal dili mum ışığında tehditle titriyordu.
 Lanet gökten yağar, gece tüm iblisleri soğuk karanlığında saklardı. Bu gece dehşetin gecesiydi, hangi hortlak, hangi ifrit ölüm kokan bu gecede gizlenirdi ki? Kadın nefretle böğürdü. Adam keyifle sırıttı. Rüzgar kudururcasına esti, ay lanetli ışığını yaydı ve dehşet gecesi devam etti, ölüm kokan karanlığıyla.
Kadın iki adım geri atıp öne doğru eğildi ve uzun ojeli tırnaklarıyla elbisesini parçaladı. Yırttı, dağıttı, söktü... Önce gri derisini sonra da göğsüne doğru sıklaşan sarı siyah dikenlerini ortaya çıkardı. Ne de olsa elbise vücudu kapatır, makyaj sadece yüze yapılırdı.
“Bana en son ne zaman kurban verdin?” Adam sandalyesine yayılmış kadının habis gösterisini izliyordu.
“Kimsin sen?” diye hırıldadı kadın.
“Rüzgar hangi yönden esiyor?” Adam sandalyesinden kalkıp kadının yanına doğru yürüdü. “Ben söyleyeyim, kuzeyden. Rüzgar kuzeyden esti mi benim içim kurtlanır, kan isterim, birileri benim için kan akıtsın isterim.” Hafifçe gülümsedi. “Hala bana sen kimsin diyorsun. Ben tüm ifritlerin babasıyım, iblislerin, zebanilerin koruyucusuyum, cehennemin gediklisi, kapkara gecelerin efendisiyim.” Kadını saçından tutup kulağına yılan gibi fısıldadı. “Ve burada bir sürü veletle, yüzlerce insan yiyip bana bir parça bile sunmadığını biliyorum.” Adam avucunda sıktığı saçı bırakıp odanın içinde dolaşmaya başladı. Her adımında parkeler gıcırdıyor, her gıcırtıyla kadın çiğ gerçeğin fakına varıyordu. Çatal dilini ağzına toplayıp dehşetin beden bulmuş halinin karşısında huşuyla büzüştü. Kuzey rüzgarı bu gösteriyi küçük pencerelerden izlerken kadının sarı siyah dikenleri korkuyla dikildi.
“Çocukların varmış diye duydum,” dedi adam. “Nerede onlar?”
Kadın bir an panikle duvardaki rutubet lekesine baktı. Cehennemin sahibi, ürkünç dişlerini ortaya çıkarıp sinsice gülümserken gözleri kadınınkileri takip etti ve kapkara lekeyi buldu.
“Senin şu hikayeni biliyorum,” dedi adam geceden daha siyah lekeye bakarak. “Dışarıdan birini bul, zehirle ve küçük veletlere yem et. Aslında,” kadının yanına yaklaştı. “Burada çevirdiğin tüm oyunları biliyorum.” Kadını saçından tutup yüzüne yaklaştırdı. “Şimdi söyle bana, rüzgar ne taraftan esiyor?” Fısıltısı ürpertici, mumun silik ışığında kıpkırmızı parlayan gözleri cehennemiydi.
“Kuzey,” diye inledi kadın.
“O zaman kan akıt,” diye bağırdı adam. Kadını saçlarından iyice kavrayıp duvardaki rutubet lekesine döndürdü. “Çocukların bu delikten mi gelecek?”
Çiğ korku kadının kanına karıştı. Adam gözlerini rutubet lekesinden ayırmadı.
Cehenneme açılan bir delik. Adı unutulmuş dehşetlerin kol gezdiği kapkara bir geçit. Tekinsiz, leş kokulu küçük iblislerin yatağı... Duvardaki küflü rutubet lekesinde vücut buldu cehennem. Ya da hiç bir zaman öyle bir leke olmadı. Orası her zaman simsiyah bir geçitti. Gecenin içinde gizlenen, deliliğin ve dehşetin fink attığı, kabusların masum kaldığı bir delik.
Kadın iç acıtan bir böğürtü dışında konuşamadı.
“Bana sun onları, sun ki kanlarıyla yüzümü yıkayayım. Sen dök ellerime. Akıttığın ılık kanı bana ada. Kurban ver onları bana.” Kıpkırmızı bakışları duvardaki kara delikte kadının kulağına fısıldadı. “Bana o kanı borçlusun.”
Küçük yamyamlar duvardaki cehennem deliğinde gözüktüler. Aç, insan yemeye alışmış ıslak ağızları camdan vuran ay ışığında ölgün ölgün parıldıyordu. Kaç bahtsıza mezar olmuştu o küçük kaygan boğazları?
Delikte beliren çocuklarını görünce küçük bir çığlık attı kadın. Adamın çelik gibi elinden kurtulmaya çalışıp mum ışığının ulaşamadığı ahşap kapıya baktı.
“O dışarıdaki aç yancıdan medet umma. Söylesene kim o? Yavşak bir iblis? Sırtından geçinen bir kene?” Cehennemin sahibi kısık bir kahkaha attı. “Çocuklar doyduktan sonra kemikleri o mu tırtıklıyordu? Pis yancı...” Adam kadının saçını bıraktı ve kara delikte oynaşan küçük yaratıkların yanına gidip başıyla delikteki kıpır kıpır maskaralığı gösterdi. “Bu çocukları onunla mı yaptın yoksa?” Kolunu uzattı, küçük canavarlardan bir tanesini alıp ölümcül gözlerini kadına dikti. “Hiç bakma oraya, adımı duyar duymaz kaçtı. Aç kalmak ölümden daha iyidir dimi?” Bir an arkasını dönüp küçük pencereden dışarı baktı. “Fakat merak etme rüzgar onun icabına bakar.” Şeytanın bedensiz askeri ince bir ıslıkla sarstı pencereleri. “Kendi kurbanlarını kendi keser, alışkanlık işte.” Küçük yaratığını boynunu tuttu. “Fakat benim farklı yöntemlerim var.”
Ay tepede olup, dehşet geceye hükmettiğinde, kan oluk oluk akardı. Gecenin tüm hortlakları bunu bilir, ay ışığında kan kapkaradır. Ölüm buz gibi gelir, dehşet zıplayarak... Yapış yapış... Simsiyah... Oluk oluk...
Korkunç bir çığlık...
Küçük gri kafa kadının önüne yuvarlandı. Şıp, şıp... Kanın kabarmış parkelere akışı, canavar annenin çığlığı ve yerde yuvarlanan kafanın tıngırtısı... Kadın iki eliyle kanlı kafayı tuttu ve bir böğürtü daha koyuverdi. Acı inleme odada dönerken, adam karanlık gösterisine devam etti. Küçük, şekilsiz gövdesinden tuttu yavru iblisi. Başsız bedenini baş aşağıya çevirip iki eliyle portakal gibi sıktı. Kemiklerin çatırtısı... Kan önce oluk oluk sonra damla damla aktı küçük bedenden ve ayın hayaletimsi ışığında simsiyah parıldadı.
“Bana kurban ver,” dedi adam posası çıkmış bedeni kenara fırlatırken.
“Hayır!” diye uludu kadın.
Adam, cehennem deliğinin içinden bir iblisi daha çekti aldı. Kadının dehşetengiz bağırışlarına aldırmadan tek hamlede kopardı kafasını. Ahşap zeminde yuvarlandı kanlı baş ve öbürünün yanında, tam annesinin önünde durdu. Kemik çatırtısı odada yankılanıp, kan kopmuş gırtlaktan akarken adam nefretle konuştu.
“Benim için öldür! Kanı benim için akıt. Bana ada!”
Kadın bir şey diyemeden bir kafa daha düştü önüne. Adam pelteye dönmüş küçük et yığınını atıp, ciyaklayan yavrulardan birini daha yakaladı gırtlağından. Kadın yerleri tırmaladı, süründü, deli gibi böğürdü ve ağlayarak cehennemin sahibine yalvardı.
“Yapma.” Mutlak acı, ölüm, dehşet, saygı... Hepsi vardı kadının sesinde.
Adam durdu. Habis bakışlarını canavar annenin üzerinde gezdirdi ve elindeki yavru yaratığı kadına fırlattı.
“Benim için öldür yoksa hepsi ölecek.”
Kadın küçük iblise sıkıca sarıldı. Yaratık da ufak pençeleriyle kadının gri omuzlarına tutundu.
“Öldür onu...” diye fısıldadı adam. “Kanını avcuma akıt...”
Kanın ağır kokusu odayı kaplamıştı. Üç küçük kafa... Pencerelerden vuran ay ışığının donuk aydınlığında yapış yapış kan gölünün içindeydi. Kadın kucağında çocuğunu sıkmış ağlıyor, ölümün leş kokulu ağırlığı iki yaratığın üzerine çöküyordu.
Kara delikte oynaşan yavrulara baktı adam. İki tane kalmıştı. Yakaladı birini ve ölüm saçan ellerini boynuna kenetledi.
“Öldür onu,” dedi adam.
Kadın küçük canavara daha sıkı sarıldı. Adam ürkünç dişlerini gösterip gülümsedi. Rüzgar dışarıda kudururken, dehşet dört bir yandan sürünerek geldi. Elindeki yaratığın gırtlağına parmaklarını soktu adam ve parçalayarak kopardı. Kadın acıyla ulurken, kanlar içindeki dördüncü kafa ayaklarının dibine yuvarlandı.
“Bana kurban ver!” diye bağırdı adam.
Kadın önünde simsiyah parıldayan maskaralığa baktı. Dört kanlı top... Çocuklarının kanı içerisinde yüzen kelleler... Çocuklarının kelleleri... Boş bakan gözlerini boynuna sarılan küçük yaratığa çevirdi. Adam sinsice fısıldadı.
“Kan akıt...”
Kadın bakışlarını kaldırdı ve dehşetin beden bulmuş haline baktı. Kapkara kanlı elleri delikteki son yavrusuna uzanıyordu. Yüzlerce sivri diş, kan gölü, ölüm, adak, kurban, kan, KURBAN! KURBAN!! Nefretle böğürdü kadın. Dehşetli çığlığı odada yankılanırken elleri kucağındaki yavru iblisin boynuna gitti.
“Kan akıt...”
Kadın bir anda geçirdi tırnaklarını. Ilık kan parmaklarından avcuna oradan dirseğine yürürken yavru canavarın ciyaklamaları geceye karıştı. Delilik içinde dolaştı kadının ve o biraz daha parçaladı küçük gırtlağı. Adam gülümsedi. Kadın uludu. Ta ki küçük kafa kanlı parkelerin üzerine düşüp fokur fokur kan kopmuş gırtlaktan akana kadar. Kadın başsız bedeni elinde tuttu ve ürkünç çığlıklarının arasından konuştu.
 “Sana adıyorum!”
Adamın gülümsemesi genişledi. Kadının feryadı dinmedi. Cesedin yanına gelip iki avcunu ılık kanla doldurdu adam. Avcunu gıdıkladı kan ve tatlı bir ürpertiyi tüm vücuduna yaydı. Gece tüm yabanıllığıyla devam ederken adam yüzüne sürdü kanı. Boynuna yaydı, dişlerini ovdu, kulaklarına sıvadı... Kurban, kan, adak... Adam küçük bir kahkaha atıp siyah geçitte kıpırdanan son çocuğa baktı. Gri derili yaratık ciyaklıyordu. Adam vıcık vıcık ellerini soktu kara deliğe ve son çocuğu alıp yere bıraktı. Kadın dehşetengiz çığlıklarına devam ederken adam simsiyah cehennem geçidine tırmandı ve dipsiz gecenin dibinden gelen adam, cehenneme giden kapkara delikte yok oldu.

Bulut TAR
Ekim 2010 - Eylül 2013

3 Eylül 2013 Salı

YİRMİ DÖRTLÜK



                                                                                                Çizer: Yiğit Aydoğan


        İki saatlik geliştirilmiş uykumdan yatağıma verilen düşük volt elektrikle uyandım. Akımın etkisiyle bir an titredim, sonra yavaşça gözlerimi açtım. Saat kullanmazdık. Düzenimiz basitti. Zamanı geldiğinde uyu, elektrik verildiğinde uyan.
Çıplak vücudum saf metalden yatağımı ısıtmış, elektriğin verdiği tuhaf titreşim yerini gittikçe şiddetlenen karıncalanmaya bırakmıştı. Ellerimi bacaklarıma yapıştırıp kıpırdamadan anonsu bekledim.
Küçük bir cızırtı.
 Yatağınızdan doğrulun ve oturur pozisyonda bekleyin.” Kusursuz bir kadın sesiydi. Fakat her zamanki gibi yapay ve irkilten bir tonu vardı.
 Traşlı kafama takılı vantuzlardan kurtulup doğruldum.
Başucunuzda bulunan üç serumdan ilkini sabit damar yolunuza enjekte edin. Bunu yapmak için otuz saniyeniz var. 30, 29, 28...
 Beslenme zamanı. Konsantre proteinle zenginleştirilmiş şeker serumu... Sarı, şeffaf bir sıvıydı bu ama etkisi kuvvetliydi. Öyle ki enerji damarlarını patlatırdı.
“...22, 21, 20...”
Beslenmek için otuz saniye... Burada değişmeyen kurallar var, harcayacak vakit yoktu. Otuz saniye... Bir saniye geçir, şeker serumu yerine elektrikle beslenirdin. Akım kıçından girer beyninden çıkardı. Herkes bilir, metal yatağın acıması yoktur.
Önce başucumdaki küçük sarı tüplere, sonra sağ kolumdaki sabit damar yoluma baktım. Etime gömülmüş metal bir vida... Kolumu biraz çevirdim. Gözlerim yol yol damarları izledi. Damar yolumdan başlayıp dirseğime kadar giden mosmor, hastalıklı damarlar... Soluk tenim bu maskaralığı gizleyemiyordu.
Parlak, metal vidayı açtım ve yılların verdiği el çabukluğuyla serumu yerleştirdim. Küçük bir yanma sonra damarlarımda koşturan enerjinin tanıdık, gıdıklayan hissi.
“3, 2, 1, beslenme bitmiştir.” Kadın kısa bir duraksamanın ardından devam etti. Herkesin bildiği gibi bu duraksama otuz saniyeyi geçirenlerin infazı içindi. “Yatağınızdan kalkın ve sol tarafınızdaki duvara dönün.”  
Kalktım ve döndüm.
Rüya sorgulaması. En sıkıntılı kısım buydu işte. Metal duvarda mavi ekran belirmeye başlamıştı bile. Dişlerimi sıkıp anonsu bekledim. Kadının soğuk sesi tekrar cızırdadı. Donuk ses beynimde dönerken kafam hafifçe kaşındı, tam vantuzların yeri.
“Ekranda, iki saatlik uykunuzda gördüğünüz rüyaların bir dakikalık özetini izleyeceksiniz. Sakıncalı içeriğe rastladığımız taktirde sakınca derecesine göre cezalandırılacaksınız.”
Ekran karardı ve sağ üst köşede bir dakikadan geriye sayım başladı. Siyah ekran. Dişlerimin arasından derin bir nefes aldım. Rüyasız bir gece? Nefesimi tuttum. Lütfen rüya olmasın. Karanlık ekranın içinde bir anda küçük bir vida belirdi. Ensem karıncalandı, avuçlarım terledi. Gözlerimi kırpıp yavaşça nefes verdim ardından çaresizce rüyamı izlemeye koyuldum.
Vida metal bir yüzeyin üzerinde duruyordu. Sonra parmaklar göründü, uçları kanlıydı ama belli belirsiz. Benim parmaklarım! Kanlı parmaklar vidayı beceriksizce tuttu ve metale saplamaya başladı. Sivri ucuyla delmeye çalışıyordu metali. Zorladı, zorladı... Parmaklar daha da kanlandı. KAN! Vida kanlandı, metal yüzey kanlandı. Çıkardığı metalik gıcırtı küçük hücremde yankılanıyordu şimdi. Kulaklarımda döndü. Beynimi deldi. Gırç, gırç, gırç... Ter tüm vücudumu kaplıyor, kalbim kulaklarımda atıyordu. Gırç, gırç... Vida metali oydu ama delemedi. Fakat kan parmaklardan akıp vidanın oyduğu yere birikiyordu. Ekran karardı. Rüya bitti.
Beş saniyelik bekleme sonra cızırtı.
“Kapıya doğru dönün ve koridora çıkmak üzere hazır bekleyin.”
Uyarı yok. Rüyam temizdi. Alnımda biriken teri elimle sildim ve nemlenen çıplak ayaklarımla metal zeminde garip sesler çıkararak kapıya döndüm.
“Bugün maaşınıza %67 zam yapıldı. Bankada birikmiş para miktarınız kapınızda belirecektir.”
%67 zam! Geçen haftanınkinden bile fazlaydı. Kapıda rakamlar dönmeye başladı. Rüya izlemek ne kadar korkutucuysa birikmiş paranı görmek o kadar heyecan vericiydi. Rakamlar yavaşladı ve durdu. Tam 583.450.000 kredi... Elimde olmadan gülümsedim. Yeni gelen zamla param daha da artacaktı. Rakamlar yok oldu ve parlak kapı önümde kayarak açıldı.
“Koridora çıkmak için iki saniyeniz var.”
Yüzümde küçük bir tebessümle koridora çıktım. Aynı soğuk metalden yapılmış dipsiz bir koridordu bu ve beni bildik, her zamanki kokusuyla karşıladı. Ter... Buram buram ter kokuyordu. Sağımda, solumda üçer metre arayla ip gibi dizilmiş binlerce kel, çıplak adam... Ve hepsi terliydi. Rüya sorgulamasının yan etkileri.
“Temizlik robotları on saniye içerisinde kişisel temizliğinize başlayacak ve bu işlem tam otuz saniye sürecek. Zorluk çıkaranlar anında cezalandırılacak.”
Anonsun bitmesiyle iki metre enindeki koridorun karşı duvarında binlerce bölme açıldı. İşte oradaydı yavşak. Tam karşımdaki bölmeden kişisel temizlik robotum çıktı. Yüzümü nefretle buruşturdum. Kare metal vücut, kare kafa, altları tekerlekli kare ayaklar, iki uzun kol ve kıskaç gibi eller... Fakat hepsinden önce bozuk bir ağız. Robot metalik bir vızıltıyla konuştu.
“Naber lan yavşak? Yine göt gibi kokmuşsun.”
Cevap vermedim. Dişlerimi sıkıp gözlerimi karşı duvara diktim ve otuz saniyenin bir an önce geçip gitmesini diledim. İki yıl önce temizlik robotumun kafasını ikiye bölmüştüm. Robot dağılır dağılmaz önce tabanımdan elektriği yedim sonra da bir aylık geliştirilmiş kabus cezasına çarptırıldım. Her gece iki saatlik rüyamda dehşeti yaşadım, gerçek acıyı hissettim ve en sonunda ölümü tattım. Bir ay boyunca dev robotlar kabuslarımda fink attı. Etimi kestiler, tırnaklarımı söktüler, bağırsaklarımı didiklediler, kulaklarımı koparttılar, ağzımı yırttılar... Yani yıllar bana susmayı öğretti ve bunu öğrenene kadar da epey acı çektim. Robot, iç geçirmeyi andıran bir mırıltı çıkardı ve işine başladı.
Birinci evre. Puf! Üstüme dezenfektan püskürttü.
“Hıışşt sana diyorum lan cevap versene.”
İlaç cildimi yakarken robotun her bir vidasına sayıp sövdüm, içimden tabi. Fakat o devam etti.
İkinci evre. Puf! Ilık buhar tüm vücudumu kapladı. Bu hissi hep severdim. Dezenfektanın acısını alıp harika bir ferahlık verirdi. Puf! Bir kere daha. Gözlerimi kapayıp tadını çıkardım.
“İbneye bak konuşmuyor benle.” Robot kalın bir vızıltıyla homurdandı.
Üçüncü evre. Pıst! Parfümleme. Bu kokudan nefret ediyordum ve o metal yığını bunu biliyordu. Başım döndü. Pıst! O baygın kokuyu her yerime sıktı yine. Sonra bir kez daha. Pıst! Pıst! Genzim yandı. Bir kere sıkılması gerekirken üç kere sıktı yine. Piç! Sessizce öksürdüm.
Temizlik robotum iki uzun kolunu havaya kaldırıp dördüncü evreye hazırlanırken fısıltıyla karışık vızıldadı.
“Teraziler nerede ha?”
Terazi? Gözlerimi karşı duvardan ayırmadan dördüncü evrenin başlamasını bekledim. Kıskaç ellerinin ucundan o jelimsi sıvı çıkmaya başlamıştı bile.
Dördüncü evre. Vıcık vıcık jel... Hiç duraksamadan başladı sürmeye. Derimin üzerinde soğuk, metal ellerini gezdirip durdu ve o sümüksü sıvıyı her yerime yaydı. Fakat bacak arama gelince her zamanki gibi duraksadı. İşte başlıyoruz. Kıskaç eli şeyimi tuttu ve kaldırdı.
“Teraziler diyorum, nerede?” İyice kaldırıp altına baktı. “Devamı nerede oğlum bunun. Ulan ibne sana diyorum taşakların nerede?”
Yıllardır anlam veremediğim bir şey varsa o da robotun bu son dedikleriydi. Her gün aynı terane. Taşakların nerede? Bilmiyorum. Teraziler? Hiç görmedim. Taşak ne? Bilmiyorum. Gözlerimi kapadım, yumruklarımı sıkıp burnumdan soludum. YAVŞAK ROBOT, TAŞAK NE?
Kadının buz gibi sesi koridoru doldurdu.
“Temizlik bitti. Temizlik robotları yerine yerleştikten sonra bir dakika içerisinde işinizin başına gidin. Bölme kapakları kapanır kapanmaz süreniz başlayacak.”
Robot bana son bir kez baktı.
“Ben giderken arkama bak geri zekalı, tam bacaklarımın arasına.” Arkasını döndü ve bölmesine doğru gitti. Bacaklarının arasından sallanan iki metal küpe kayıtsızca baktım. Robot bölmesine yerleşti ve bana doğru döndü.
“Teraziler” dedi ve cızırtılı bir kahkaha attı. Ardından kollarını içe çekti, bacaklarını vücuduna gömüldü ve bölme kapağı açıldığı gibi kapandı.
“59, 58, 57, 56...”
Anons tüm koridorda çınlarken robotun metalik kahkahası hala kulaklarımdaydı.

Dört köşeye dört delik, birer santim arayla, yirmi saniyede... Ellerim çabuktu, deliciyi iyi kullanıyordum ve bu zamana kadar yirmi saniyeyi geçirdiğim çok nadirdi.
İş zamanı.
Binlerce kel ve çıplak adam ikişer metre arayla tezgahlarına kurulmuş, yirmi iki saatlik mesaimiz başlamıştı. Zaman zaman değişse de genelde dikdörtgen metal levhaların dört köşesine dörder delik açmaktı işim. Fakat neden dört köşe, neden dört delik? Cevap yok. Bir yıl kadar önce bir kaç aylığına ahşap levhalarla çalışmıştık. Uzun yıllar önce de Hindistan cevizi denen garip şeyleri dörder delikle süslemiştik. Yeni levhayı alıp sol üst köşesinden delmeye başlarken anons cızırdadı.
“24’lüklere katılın. İki saat uyku için kaybettiğiniz para artık yüzlerce milyonu buldu. Gözlerinizi açın. Günde iki saat fazla çalışmak size haftada 40.000 kredi kazandıracak. Sabit maaşınızın üzerine 40.000 daha... Bankada katlanacak servetinizi düşünün. Üstelik rüya görme riski de yok. Unutmayın çalışmak insanı özgür kılar. Daha fazla çalışın daha özgür olun. 24’lüklere katılın. Katılmak için şu an evet demeniz yeterli. Evet sizi dinliyorum. Evet, evet, evet...”
Hayatımda hiç 24’lük görmedim. Bizden ayrı yerde çalışırlar, hayatlarını bir odada, bir makine başında geçirirlerdi. Haftada 40.000 kredi fazla alıp ömrü boyunca durmadan çalışan adamlar... Nasıl çalıştıkları sır gibi saklanırdı fakat bazı söylentiler vardı tabi. Koca bir serum şişesinin sürekli kollarına bağlı olduğu, yirmi dört saatte bir gözlerine özel bir damla damlatıldığı, temizlik robotlarının onları çalışırken temizledikleri...
Tabanımdan verilen elektrikle bir an kasıldım sonra hemen işime döndüm. Burada dalgınlık cezasız kalmazdı. Sol köşe tamam, sağ alt köşeye son iki delik... Dızt, dızt... Bitti. Yani levha. Kulaklarımı iyice açtım, evet diyen çıkmamıştı. Bir kaç dakika sonra anons yeniden başladı. Günde belki yüz kere tekrarlanıyordu bu ve her gün olmasa da iki günde bir paranın cazibesine dayanamayıp evet diyenler çıkıyordu mutlaka. Sonra iki robot gelip taze 24’lüğü alıyor ve bir daha görünmemek üzere götürüyorlardı. Dızt, dızt... Bu da tamam. Yeni levha. Sol üst köşe dört delik dızt, dızt...

“İşi bırakıp yataklarınıza gitmek için bir dakikanız var. 59, 58, 57...”
Anonsun irkilten sesiyle kendime geldim. Mesai bitti, uyku zamanı. Son levhayı yerine bırakıp gözlerimi ovuşturdum ve hücrelere doğru giden çıplak güruhun peşine takıldım. Bir iki sarsak adımdan sonra şekilsiz bir robot karşıma dikildi.
“Senin için kişisel bir anonsum var.”
“Evet?” Kişisel anons? Niye? Ne oldu? Ensem uyuştu, gözlerim karardı.
Soğuk kadın sesi robotun ağzından yayılırken buz gibi ter vücudumu kaplıyordu. “Robotu takip etmen için iki saniyen var. 1...”
Tekerlekli ayaklarıyla yürümeye başlamıştı bile. Adımlarımı atıp gelen emri anında uyguladım. Robot, delici tezgahlarının arasından hızla geçip odanın dibindeki dar koridora doğru yollandı. Tekerlekli ayakları metal zeminde yağ gibi kayıyor, beynimde binlerce soru dönerken ter çenemden damlıyordu. NEREYE GİDİYORUZ? İnce uzun koridorun gölgeli ağzına vardığımızda beynim zonklamaya başlamıştı. Robot duraksamadan dipsiz koridora daldı. Tere batmış yüzümü kolumla silip peşinden gittim. NE OLDU? Kaslarım seğirip, kulaklarım yanarken robotun yanına yaklaşıp sessizce fısıldadım.
“Ne oldu? Lütfen söyle ne yaptım?” Sesim çaresiz bir iniltiden fazlası değildi.
Robot metalik sesiyle şakıdı. “Bana verilen anons dışında bilgim yok.”
“Peki nereye gidiyoruz?”
“Canavarın yanına.” Kalbim... Cevap kulaklarımdan önce kalbime gitti. Göğsüm sıkıştı, kan akışım durdu. Gözlerim koridorun dipsizliğine dalıp giderken kalbim atmadı. Canavar... Yönetici canavar... Korku ayak parmaklarımı kaşındırıp ensemi tırmaladı, sırtımdan akan bir damla ter kıçımın arasına girip kayboldu. Ve ben koridorun donuk, beyaz ışığı altında dehşetin bin bir türlüsünü yaşarken, kıçımın güvenli karanlığında yiten o bir damla teri ölesiye kıskandım.

Gırç, gırç, gırç...
Robotun elindeki seruma göz ucuyla baktım.
“Serumu kullanman için on saniyen var.” Canavar, göbeğindeki geniş ağzını şapırdatarak konuştu.
Başsız bir vücut, çıplak, açık mavi bir deri, uzun bacaklar, dirseğe kadar iki kemiksiz kol... Baktıkça başım döndü ama dehşet daha yeni başlıyordu. Löp etten kolların koltuk altında, kızıl kıllarla kaplı göz kapaksız iki koca göz... Fakat hepsinden önce vücudun merkezinde, ürkünç dişlerle süslenmiş, kalın dudaklı devasa bir ağız ve kan kırmızısı ince, uzun bir dil...
“Serumu kullan yavrum çünkü bu gece sana uyku yok.” Robot, canavarı duyunca serumu biraz daha kaldırıp iyice burnuma soktu.
Yönetici canavar rahat koltuğuna yayılmış duvara yansıtılan görüntüleri izliyordu. Gırç, gırç, gırç... Vida, kan, parmaklar, RÜYAM! Bir damla ter burnumdan yere damladı. Şıp! Canavar yumuşak kollarını kaldırıp, kızıl kılların arasından bir an bana baktı. Duvarda kanlı parmaklarım vidayı metale sokmaya çalışıyor, çıkan düzensiz gıcırtı canavarın buz gibi bakışlarını daha da soğutuyordu. Koltuğunun sol tarafındaki, daha önce görmediğim yeşil, kanlı kovayı ayağıyla önüne çekti. Önce kalın dudakları aralandı, sonra sivri dişleri. Göbeğindeki dev yarıktan kırmızı dili bir yılan gibi uzadı, belki bir metre, belki bir buçuk. Canavar kanlı kovanın dibini yalayıp dehşetengiz dilini kana bularken robotun uzattığı sarı tüpe boş boş baktım.
Uyuşmuştum. Bir serum, on saniye, kırmızı dil, kan, kova, CANAVAR. 9, 8, 7... Gözümün önünde rakamlar döndü. Kanlı dilden duvarda oynayan rüyama kaydı bakışlarım, kan metal oyukta birikiyordu, biraz daha, biraz daha. Serumu alıp gözlerimi kapadım ve damar yoluma sapladım. Zıplatan enerji damarıma akarken canavar sarkmış dilini ağzına topladı ve ayağıyla kovaya vurdu.
 “Bir kova daha bağırsak getir. Bak sakın yıkama tamam mı? Sadece tuzla, o kadar. Tuzunu da bol koy.” Robot kovayı kaptı ve dışarı çıktı. Yönetici canavar kemiksiz kollarını yanlarına açarak merakla bana baktı.
“Şimdi söyle bakalım,” dedi göbeğinden. “Ne yapıyorsun lan o vidayla öyle?”
Korkunç bir sessizlik çöktü odaya. Dilim donmuş, çenem tutulmuştu. Tek bir ses bile çıkartamadım. Sadece vidanın metali oyma sesi, gırç, gırç... Koltuk altından beni süzen canavar küçük bir homurdanmayla sessizliği bozdu.
“Bana neden canavar diyorlar biliyor musun?” Benden hiç bir tepki alamayınca devam etti. “Çünkü ben öyle demelerini istiyorum. Senin geri zekalı ırkınla ilk karşılaştığımda birkaç zibidi beni gösterip ‘Canavar!’ diye çığlığı basmıştı. İsim hoşuma gitti. Böyle nasıl diyeyim söylerken ağzımı dolduruyor. Sonradan araştırdım tabi anlamını, o zaman daha da bir sevdim.”
Robot, elinde bir kova bağırsakla içeri girdi. Kanlı, parlak ve bol bol tuzlanmış... Pelte gibi titriyordu bağırsaklar robotun elinde. Tekerlekli ayaklarından çıkan ince vızıltıyla odayı kat edip kıvrım kıvrım maskaralığı canavarın önüne koydu.
Canavar dilini iştahla kovaya daldırdı ve koca bir parça bağırsağı ağzına tıkıştırırken robota sordu.
“Bu keltoş işçilerden sen ve diğer metal kafalılar sorumlu dimi?”
“Evet efendim.”
“Söylesene o zaman, sen bu rüyadan ne anlıyorsun?”
Cevap anında geldi. “Bastırılmış cinsellik, efendim.”
“Ne pişkin bir robotsun lan sen. Bastırılmış cinsellik ha? Bu adamların daha doğmadan hormonlarına müdahile edilmedi mi?”
“Edildi, efendim.”
“Demek ki bu adamınkini becerememişsiniz. Ulan baksana adam vidayla metali becermeye çalışıyor. Şeyini bir kaldırabilse hepimizi şişe dizecek.” Kıvır kıvır bir parça bağırsağı çiğnerken yüzüme bakıp öfkeyle soludu. “Hay hormonuna sokayım senin.” Tekrar robota döndü. “Bu adamlar işemiyor dimi?”
“Evet efendim. İşemek zaman kaybıdır iş gücünü azaltır. Terle atıyorlar.”
“O zaman şu önünden fil burnu gibi sallanan şeye ne gerek var yavrum. Kesip alın onu. İşe yaramayan şeyler gereksizdir. Alın onu kafa karıştırmasın.”
“Tabi efendim.”
Kızıl kılların arasından yüzümü buldu gözleri.
“Sizin kabaran hormonlarınıza vakit yok burada anladın mı? İş yapmanız lazım iş. 24’lük olacaksın. Cezan bu.”
24? Haftada 40.000 kredi fazladan para. Uykusuzluk, bol serum. Ömür boyu çalışma...
“Haftada 40.000 krediyi alacak mıyım?” Ağzımdan bir anda çıkıverdi soru. Her gün yüz kere ‘24’lüklere katılın anonsunu’ dinleyince insanın aklına kazınıyordu.
Canavar dev ağzını sonuna kadar açıp, kocaman bir kahkaha attı.
“Şu anda ne kadar paran var bankada?” Kahkahalarının arasından zar zor sorabilmişti bunu.
“583.450.000 kredi, efendim.”
“Tamam ulan bankadaki paranı 3.000.000.000 kredi yapıyorum. 24’lük olduğun için de haftalık 2.000.000, tabi sabit maaşın da artacak.”
3.000.000.000 kredi... Bütün cezaları, 24 saat çalışmayı, canavarı, her şeyi unuttum. Haftada 2.000.000 kredi... PARA! Daha çok para, çok çok fazla para...  İçimde harika bir sıcaklık dolaşırken, hafifçe sırıttım, sonra biraz daha, biraz daha ta ki dişlerim ortaya çıkıp hafifçe kıkırdayana kadar.
Sırıttığımı gören canavar bir kahkaha daha attı ve ben de ona eşlik ettim. Karşılıklı gülüşmemiz bitince canavar yönetici keyifle robota döndü.
“Şu geri zekalıya bak seviniyor.” Son bir kıkırtının ardından hafifçe öksürdü, kendini toparlayıp gözlerime baktı. Konuştuğunda sesi ciddiydi.
“Parayla ne yapılır söylesene bana? Sana diyorum ne işe yarar para?”
Gülümsemem yüzümde soldu. Para ne işe yarar? Para?
“Harcayamadıktan sonra paranın ne önemi var ki? Kapına birkaç rakam yazalım oldu bitti. Sen hiç hayatında para gördün mü? Yok.” Derin bir iç çekti. “Üzgünüm evlat para falan yok, hiç olmadı. Eğer seni mutlu edecekse tüm kapını rakamlarla dolduralım. Fakat bir boka yaramaz.”
3.000.000.000... 2.000.000... 583.450.000... 40.000... Gözümün önünde rakamlar döndü. Kulaklarım uğuldadı, gözlerim sızladı ve rakamlar biraz daha döndü. PARA NE İŞE YARAR?  
Canavar, robota dönüp devam etti.
“Aferin lan size bu beyinsizlerin kafasına iyi soktunuz para hırsını. Bütün dünyası para oldu ibnelerin. Gırtlağına çöküp kanını içiyoruz hala para diyor geri zekalı.” Dilini şaklatıp bir parça daha bağırsak aldı. “Bunun da tuzunu iyi tutturmuşsun. Aferin lan sana aferin...”
Robot küçük bir mutluluk mırıltısı çıkarttı.
“Hayır efendim. Para hırsı zaten onlarda mevcuttu. Sizden önceki dönemlerde para için birbirlerini kestiler. Hem de defalarca. O yüzden biz, para hırsı konusunda hiç bir ek çalışma yapmadık.” Eliyle kanlı kovayı gösterip devam etti. “Bağırsak için bu tuz oranı iyiyse bundan sonra her zaman aynı tuz oranıyla karşınıza gelecektir, efendim.”
Para, tuz, bağırsak, hırs... Beynim patlamak üzereydi. Aklıma gelen ilk şeyi sordum.
“Taşak ne demek?”
Canavar kızıl kılların arasından şöyle bir baktı. Robot sessizce bekledi.
“Terazi diyorum ne demek?” Bağırdım. Gözlerim dolmaya başladı. Sesim titredi.
“Bunun ne kadar hormonu varsa hepsini emdirin, çekin, yok edin. Adamın sorduğu sorulara bak. Şu önündeki fazlalığı da kesip alın. Sonra da doğru 24’lüklerin arasına. Bu salaklar çalışacak ki bu gezegen ayakta kalsın. Hadi zaman kaybetmeyin.”
Robot kıskaç eliyle bileğime yapıştı. Gözümden birkaç damla yaş akarken beni kapıya doğru çekti. Bir iki adım atıp kapıya geldiğimizde canavarın sesi odada yankılandı.
“Beynini de sıfırla şunun, yanında yerli yersiz konuştuk kafası bulandı. Ne var ne yoksa kazı at, sonra da hiç bir şey yükleme siktir et öyle kalsın.”

Yeni levha, sol üst köşe, dört delik dızt dızt dızt dızt...
Temizlik robotu gelmiş dezenfektan püskürtmüştü. Sağ alt köşe dızt dızt...
“Ulan götoş ne pis bir adamsın lan sen. Bu nasıl bir koku yahu? Her gün senin apış aranı temizliyorum yetti artık be.”
Sol alt köşe dızt dızt...
“Şşşt sana diyorum lan.”
Yeni levha dızt dızt...
“Cevap versen ibne!”
Buharı püskürttü. Dızt dızt... Sağ alt köşe...
Pafümü sıktı. Pıst... Dızt dızt... Sol üst köşe...
Dördüncü evre. Dızt. Jeli sürdü. Yeni levha. Dızt...
“Teraziler nerede?” Bir an durdu metal elleriyle bacak aramı yokladı.” Ulan çükün nerede? Onu da mı aldırdın?” Dızt... Dızt...
“Otuz saniyelik temizlik bitmiştir. Temizlik robotu ayrılabilir.”
“Boş ver ağırlık yapmaz hiç değilse. Benimkileri zor taşıyorum yürürken.”
Robot metalik bir kahkaha attı ama ben duymadım. Dızt dızt...

Bulut TAR
Eylül 2013