3 Eylül 2013 Salı

YİRMİ DÖRTLÜK



                                                                                                Çizer: Yiğit Aydoğan


        İki saatlik geliştirilmiş uykumdan yatağıma verilen düşük volt elektrikle uyandım. Akımın etkisiyle bir an titredim, sonra yavaşça gözlerimi açtım. Saat kullanmazdık. Düzenimiz basitti. Zamanı geldiğinde uyu, elektrik verildiğinde uyan.
Çıplak vücudum saf metalden yatağımı ısıtmış, elektriğin verdiği tuhaf titreşim yerini gittikçe şiddetlenen karıncalanmaya bırakmıştı. Ellerimi bacaklarıma yapıştırıp kıpırdamadan anonsu bekledim.
Küçük bir cızırtı.
 Yatağınızdan doğrulun ve oturur pozisyonda bekleyin.” Kusursuz bir kadın sesiydi. Fakat her zamanki gibi yapay ve irkilten bir tonu vardı.
 Traşlı kafama takılı vantuzlardan kurtulup doğruldum.
Başucunuzda bulunan üç serumdan ilkini sabit damar yolunuza enjekte edin. Bunu yapmak için otuz saniyeniz var. 30, 29, 28...
 Beslenme zamanı. Konsantre proteinle zenginleştirilmiş şeker serumu... Sarı, şeffaf bir sıvıydı bu ama etkisi kuvvetliydi. Öyle ki enerji damarlarını patlatırdı.
“...22, 21, 20...”
Beslenmek için otuz saniye... Burada değişmeyen kurallar var, harcayacak vakit yoktu. Otuz saniye... Bir saniye geçir, şeker serumu yerine elektrikle beslenirdin. Akım kıçından girer beyninden çıkardı. Herkes bilir, metal yatağın acıması yoktur.
Önce başucumdaki küçük sarı tüplere, sonra sağ kolumdaki sabit damar yoluma baktım. Etime gömülmüş metal bir vida... Kolumu biraz çevirdim. Gözlerim yol yol damarları izledi. Damar yolumdan başlayıp dirseğime kadar giden mosmor, hastalıklı damarlar... Soluk tenim bu maskaralığı gizleyemiyordu.
Parlak, metal vidayı açtım ve yılların verdiği el çabukluğuyla serumu yerleştirdim. Küçük bir yanma sonra damarlarımda koşturan enerjinin tanıdık, gıdıklayan hissi.
“3, 2, 1, beslenme bitmiştir.” Kadın kısa bir duraksamanın ardından devam etti. Herkesin bildiği gibi bu duraksama otuz saniyeyi geçirenlerin infazı içindi. “Yatağınızdan kalkın ve sol tarafınızdaki duvara dönün.”  
Kalktım ve döndüm.
Rüya sorgulaması. En sıkıntılı kısım buydu işte. Metal duvarda mavi ekran belirmeye başlamıştı bile. Dişlerimi sıkıp anonsu bekledim. Kadının soğuk sesi tekrar cızırdadı. Donuk ses beynimde dönerken kafam hafifçe kaşındı, tam vantuzların yeri.
“Ekranda, iki saatlik uykunuzda gördüğünüz rüyaların bir dakikalık özetini izleyeceksiniz. Sakıncalı içeriğe rastladığımız taktirde sakınca derecesine göre cezalandırılacaksınız.”
Ekran karardı ve sağ üst köşede bir dakikadan geriye sayım başladı. Siyah ekran. Dişlerimin arasından derin bir nefes aldım. Rüyasız bir gece? Nefesimi tuttum. Lütfen rüya olmasın. Karanlık ekranın içinde bir anda küçük bir vida belirdi. Ensem karıncalandı, avuçlarım terledi. Gözlerimi kırpıp yavaşça nefes verdim ardından çaresizce rüyamı izlemeye koyuldum.
Vida metal bir yüzeyin üzerinde duruyordu. Sonra parmaklar göründü, uçları kanlıydı ama belli belirsiz. Benim parmaklarım! Kanlı parmaklar vidayı beceriksizce tuttu ve metale saplamaya başladı. Sivri ucuyla delmeye çalışıyordu metali. Zorladı, zorladı... Parmaklar daha da kanlandı. KAN! Vida kanlandı, metal yüzey kanlandı. Çıkardığı metalik gıcırtı küçük hücremde yankılanıyordu şimdi. Kulaklarımda döndü. Beynimi deldi. Gırç, gırç, gırç... Ter tüm vücudumu kaplıyor, kalbim kulaklarımda atıyordu. Gırç, gırç... Vida metali oydu ama delemedi. Fakat kan parmaklardan akıp vidanın oyduğu yere birikiyordu. Ekran karardı. Rüya bitti.
Beş saniyelik bekleme sonra cızırtı.
“Kapıya doğru dönün ve koridora çıkmak üzere hazır bekleyin.”
Uyarı yok. Rüyam temizdi. Alnımda biriken teri elimle sildim ve nemlenen çıplak ayaklarımla metal zeminde garip sesler çıkararak kapıya döndüm.
“Bugün maaşınıza %67 zam yapıldı. Bankada birikmiş para miktarınız kapınızda belirecektir.”
%67 zam! Geçen haftanınkinden bile fazlaydı. Kapıda rakamlar dönmeye başladı. Rüya izlemek ne kadar korkutucuysa birikmiş paranı görmek o kadar heyecan vericiydi. Rakamlar yavaşladı ve durdu. Tam 583.450.000 kredi... Elimde olmadan gülümsedim. Yeni gelen zamla param daha da artacaktı. Rakamlar yok oldu ve parlak kapı önümde kayarak açıldı.
“Koridora çıkmak için iki saniyeniz var.”
Yüzümde küçük bir tebessümle koridora çıktım. Aynı soğuk metalden yapılmış dipsiz bir koridordu bu ve beni bildik, her zamanki kokusuyla karşıladı. Ter... Buram buram ter kokuyordu. Sağımda, solumda üçer metre arayla ip gibi dizilmiş binlerce kel, çıplak adam... Ve hepsi terliydi. Rüya sorgulamasının yan etkileri.
“Temizlik robotları on saniye içerisinde kişisel temizliğinize başlayacak ve bu işlem tam otuz saniye sürecek. Zorluk çıkaranlar anında cezalandırılacak.”
Anonsun bitmesiyle iki metre enindeki koridorun karşı duvarında binlerce bölme açıldı. İşte oradaydı yavşak. Tam karşımdaki bölmeden kişisel temizlik robotum çıktı. Yüzümü nefretle buruşturdum. Kare metal vücut, kare kafa, altları tekerlekli kare ayaklar, iki uzun kol ve kıskaç gibi eller... Fakat hepsinden önce bozuk bir ağız. Robot metalik bir vızıltıyla konuştu.
“Naber lan yavşak? Yine göt gibi kokmuşsun.”
Cevap vermedim. Dişlerimi sıkıp gözlerimi karşı duvara diktim ve otuz saniyenin bir an önce geçip gitmesini diledim. İki yıl önce temizlik robotumun kafasını ikiye bölmüştüm. Robot dağılır dağılmaz önce tabanımdan elektriği yedim sonra da bir aylık geliştirilmiş kabus cezasına çarptırıldım. Her gece iki saatlik rüyamda dehşeti yaşadım, gerçek acıyı hissettim ve en sonunda ölümü tattım. Bir ay boyunca dev robotlar kabuslarımda fink attı. Etimi kestiler, tırnaklarımı söktüler, bağırsaklarımı didiklediler, kulaklarımı koparttılar, ağzımı yırttılar... Yani yıllar bana susmayı öğretti ve bunu öğrenene kadar da epey acı çektim. Robot, iç geçirmeyi andıran bir mırıltı çıkardı ve işine başladı.
Birinci evre. Puf! Üstüme dezenfektan püskürttü.
“Hıışşt sana diyorum lan cevap versene.”
İlaç cildimi yakarken robotun her bir vidasına sayıp sövdüm, içimden tabi. Fakat o devam etti.
İkinci evre. Puf! Ilık buhar tüm vücudumu kapladı. Bu hissi hep severdim. Dezenfektanın acısını alıp harika bir ferahlık verirdi. Puf! Bir kere daha. Gözlerimi kapayıp tadını çıkardım.
“İbneye bak konuşmuyor benle.” Robot kalın bir vızıltıyla homurdandı.
Üçüncü evre. Pıst! Parfümleme. Bu kokudan nefret ediyordum ve o metal yığını bunu biliyordu. Başım döndü. Pıst! O baygın kokuyu her yerime sıktı yine. Sonra bir kez daha. Pıst! Pıst! Genzim yandı. Bir kere sıkılması gerekirken üç kere sıktı yine. Piç! Sessizce öksürdüm.
Temizlik robotum iki uzun kolunu havaya kaldırıp dördüncü evreye hazırlanırken fısıltıyla karışık vızıldadı.
“Teraziler nerede ha?”
Terazi? Gözlerimi karşı duvardan ayırmadan dördüncü evrenin başlamasını bekledim. Kıskaç ellerinin ucundan o jelimsi sıvı çıkmaya başlamıştı bile.
Dördüncü evre. Vıcık vıcık jel... Hiç duraksamadan başladı sürmeye. Derimin üzerinde soğuk, metal ellerini gezdirip durdu ve o sümüksü sıvıyı her yerime yaydı. Fakat bacak arama gelince her zamanki gibi duraksadı. İşte başlıyoruz. Kıskaç eli şeyimi tuttu ve kaldırdı.
“Teraziler diyorum, nerede?” İyice kaldırıp altına baktı. “Devamı nerede oğlum bunun. Ulan ibne sana diyorum taşakların nerede?”
Yıllardır anlam veremediğim bir şey varsa o da robotun bu son dedikleriydi. Her gün aynı terane. Taşakların nerede? Bilmiyorum. Teraziler? Hiç görmedim. Taşak ne? Bilmiyorum. Gözlerimi kapadım, yumruklarımı sıkıp burnumdan soludum. YAVŞAK ROBOT, TAŞAK NE?
Kadının buz gibi sesi koridoru doldurdu.
“Temizlik bitti. Temizlik robotları yerine yerleştikten sonra bir dakika içerisinde işinizin başına gidin. Bölme kapakları kapanır kapanmaz süreniz başlayacak.”
Robot bana son bir kez baktı.
“Ben giderken arkama bak geri zekalı, tam bacaklarımın arasına.” Arkasını döndü ve bölmesine doğru gitti. Bacaklarının arasından sallanan iki metal küpe kayıtsızca baktım. Robot bölmesine yerleşti ve bana doğru döndü.
“Teraziler” dedi ve cızırtılı bir kahkaha attı. Ardından kollarını içe çekti, bacaklarını vücuduna gömüldü ve bölme kapağı açıldığı gibi kapandı.
“59, 58, 57, 56...”
Anons tüm koridorda çınlarken robotun metalik kahkahası hala kulaklarımdaydı.

Dört köşeye dört delik, birer santim arayla, yirmi saniyede... Ellerim çabuktu, deliciyi iyi kullanıyordum ve bu zamana kadar yirmi saniyeyi geçirdiğim çok nadirdi.
İş zamanı.
Binlerce kel ve çıplak adam ikişer metre arayla tezgahlarına kurulmuş, yirmi iki saatlik mesaimiz başlamıştı. Zaman zaman değişse de genelde dikdörtgen metal levhaların dört köşesine dörder delik açmaktı işim. Fakat neden dört köşe, neden dört delik? Cevap yok. Bir yıl kadar önce bir kaç aylığına ahşap levhalarla çalışmıştık. Uzun yıllar önce de Hindistan cevizi denen garip şeyleri dörder delikle süslemiştik. Yeni levhayı alıp sol üst köşesinden delmeye başlarken anons cızırdadı.
“24’lüklere katılın. İki saat uyku için kaybettiğiniz para artık yüzlerce milyonu buldu. Gözlerinizi açın. Günde iki saat fazla çalışmak size haftada 40.000 kredi kazandıracak. Sabit maaşınızın üzerine 40.000 daha... Bankada katlanacak servetinizi düşünün. Üstelik rüya görme riski de yok. Unutmayın çalışmak insanı özgür kılar. Daha fazla çalışın daha özgür olun. 24’lüklere katılın. Katılmak için şu an evet demeniz yeterli. Evet sizi dinliyorum. Evet, evet, evet...”
Hayatımda hiç 24’lük görmedim. Bizden ayrı yerde çalışırlar, hayatlarını bir odada, bir makine başında geçirirlerdi. Haftada 40.000 kredi fazla alıp ömrü boyunca durmadan çalışan adamlar... Nasıl çalıştıkları sır gibi saklanırdı fakat bazı söylentiler vardı tabi. Koca bir serum şişesinin sürekli kollarına bağlı olduğu, yirmi dört saatte bir gözlerine özel bir damla damlatıldığı, temizlik robotlarının onları çalışırken temizledikleri...
Tabanımdan verilen elektrikle bir an kasıldım sonra hemen işime döndüm. Burada dalgınlık cezasız kalmazdı. Sol köşe tamam, sağ alt köşeye son iki delik... Dızt, dızt... Bitti. Yani levha. Kulaklarımı iyice açtım, evet diyen çıkmamıştı. Bir kaç dakika sonra anons yeniden başladı. Günde belki yüz kere tekrarlanıyordu bu ve her gün olmasa da iki günde bir paranın cazibesine dayanamayıp evet diyenler çıkıyordu mutlaka. Sonra iki robot gelip taze 24’lüğü alıyor ve bir daha görünmemek üzere götürüyorlardı. Dızt, dızt... Bu da tamam. Yeni levha. Sol üst köşe dört delik dızt, dızt...

“İşi bırakıp yataklarınıza gitmek için bir dakikanız var. 59, 58, 57...”
Anonsun irkilten sesiyle kendime geldim. Mesai bitti, uyku zamanı. Son levhayı yerine bırakıp gözlerimi ovuşturdum ve hücrelere doğru giden çıplak güruhun peşine takıldım. Bir iki sarsak adımdan sonra şekilsiz bir robot karşıma dikildi.
“Senin için kişisel bir anonsum var.”
“Evet?” Kişisel anons? Niye? Ne oldu? Ensem uyuştu, gözlerim karardı.
Soğuk kadın sesi robotun ağzından yayılırken buz gibi ter vücudumu kaplıyordu. “Robotu takip etmen için iki saniyen var. 1...”
Tekerlekli ayaklarıyla yürümeye başlamıştı bile. Adımlarımı atıp gelen emri anında uyguladım. Robot, delici tezgahlarının arasından hızla geçip odanın dibindeki dar koridora doğru yollandı. Tekerlekli ayakları metal zeminde yağ gibi kayıyor, beynimde binlerce soru dönerken ter çenemden damlıyordu. NEREYE GİDİYORUZ? İnce uzun koridorun gölgeli ağzına vardığımızda beynim zonklamaya başlamıştı. Robot duraksamadan dipsiz koridora daldı. Tere batmış yüzümü kolumla silip peşinden gittim. NE OLDU? Kaslarım seğirip, kulaklarım yanarken robotun yanına yaklaşıp sessizce fısıldadım.
“Ne oldu? Lütfen söyle ne yaptım?” Sesim çaresiz bir iniltiden fazlası değildi.
Robot metalik sesiyle şakıdı. “Bana verilen anons dışında bilgim yok.”
“Peki nereye gidiyoruz?”
“Canavarın yanına.” Kalbim... Cevap kulaklarımdan önce kalbime gitti. Göğsüm sıkıştı, kan akışım durdu. Gözlerim koridorun dipsizliğine dalıp giderken kalbim atmadı. Canavar... Yönetici canavar... Korku ayak parmaklarımı kaşındırıp ensemi tırmaladı, sırtımdan akan bir damla ter kıçımın arasına girip kayboldu. Ve ben koridorun donuk, beyaz ışığı altında dehşetin bin bir türlüsünü yaşarken, kıçımın güvenli karanlığında yiten o bir damla teri ölesiye kıskandım.

Gırç, gırç, gırç...
Robotun elindeki seruma göz ucuyla baktım.
“Serumu kullanman için on saniyen var.” Canavar, göbeğindeki geniş ağzını şapırdatarak konuştu.
Başsız bir vücut, çıplak, açık mavi bir deri, uzun bacaklar, dirseğe kadar iki kemiksiz kol... Baktıkça başım döndü ama dehşet daha yeni başlıyordu. Löp etten kolların koltuk altında, kızıl kıllarla kaplı göz kapaksız iki koca göz... Fakat hepsinden önce vücudun merkezinde, ürkünç dişlerle süslenmiş, kalın dudaklı devasa bir ağız ve kan kırmızısı ince, uzun bir dil...
“Serumu kullan yavrum çünkü bu gece sana uyku yok.” Robot, canavarı duyunca serumu biraz daha kaldırıp iyice burnuma soktu.
Yönetici canavar rahat koltuğuna yayılmış duvara yansıtılan görüntüleri izliyordu. Gırç, gırç, gırç... Vida, kan, parmaklar, RÜYAM! Bir damla ter burnumdan yere damladı. Şıp! Canavar yumuşak kollarını kaldırıp, kızıl kılların arasından bir an bana baktı. Duvarda kanlı parmaklarım vidayı metale sokmaya çalışıyor, çıkan düzensiz gıcırtı canavarın buz gibi bakışlarını daha da soğutuyordu. Koltuğunun sol tarafındaki, daha önce görmediğim yeşil, kanlı kovayı ayağıyla önüne çekti. Önce kalın dudakları aralandı, sonra sivri dişleri. Göbeğindeki dev yarıktan kırmızı dili bir yılan gibi uzadı, belki bir metre, belki bir buçuk. Canavar kanlı kovanın dibini yalayıp dehşetengiz dilini kana bularken robotun uzattığı sarı tüpe boş boş baktım.
Uyuşmuştum. Bir serum, on saniye, kırmızı dil, kan, kova, CANAVAR. 9, 8, 7... Gözümün önünde rakamlar döndü. Kanlı dilden duvarda oynayan rüyama kaydı bakışlarım, kan metal oyukta birikiyordu, biraz daha, biraz daha. Serumu alıp gözlerimi kapadım ve damar yoluma sapladım. Zıplatan enerji damarıma akarken canavar sarkmış dilini ağzına topladı ve ayağıyla kovaya vurdu.
 “Bir kova daha bağırsak getir. Bak sakın yıkama tamam mı? Sadece tuzla, o kadar. Tuzunu da bol koy.” Robot kovayı kaptı ve dışarı çıktı. Yönetici canavar kemiksiz kollarını yanlarına açarak merakla bana baktı.
“Şimdi söyle bakalım,” dedi göbeğinden. “Ne yapıyorsun lan o vidayla öyle?”
Korkunç bir sessizlik çöktü odaya. Dilim donmuş, çenem tutulmuştu. Tek bir ses bile çıkartamadım. Sadece vidanın metali oyma sesi, gırç, gırç... Koltuk altından beni süzen canavar küçük bir homurdanmayla sessizliği bozdu.
“Bana neden canavar diyorlar biliyor musun?” Benden hiç bir tepki alamayınca devam etti. “Çünkü ben öyle demelerini istiyorum. Senin geri zekalı ırkınla ilk karşılaştığımda birkaç zibidi beni gösterip ‘Canavar!’ diye çığlığı basmıştı. İsim hoşuma gitti. Böyle nasıl diyeyim söylerken ağzımı dolduruyor. Sonradan araştırdım tabi anlamını, o zaman daha da bir sevdim.”
Robot, elinde bir kova bağırsakla içeri girdi. Kanlı, parlak ve bol bol tuzlanmış... Pelte gibi titriyordu bağırsaklar robotun elinde. Tekerlekli ayaklarından çıkan ince vızıltıyla odayı kat edip kıvrım kıvrım maskaralığı canavarın önüne koydu.
Canavar dilini iştahla kovaya daldırdı ve koca bir parça bağırsağı ağzına tıkıştırırken robota sordu.
“Bu keltoş işçilerden sen ve diğer metal kafalılar sorumlu dimi?”
“Evet efendim.”
“Söylesene o zaman, sen bu rüyadan ne anlıyorsun?”
Cevap anında geldi. “Bastırılmış cinsellik, efendim.”
“Ne pişkin bir robotsun lan sen. Bastırılmış cinsellik ha? Bu adamların daha doğmadan hormonlarına müdahile edilmedi mi?”
“Edildi, efendim.”
“Demek ki bu adamınkini becerememişsiniz. Ulan baksana adam vidayla metali becermeye çalışıyor. Şeyini bir kaldırabilse hepimizi şişe dizecek.” Kıvır kıvır bir parça bağırsağı çiğnerken yüzüme bakıp öfkeyle soludu. “Hay hormonuna sokayım senin.” Tekrar robota döndü. “Bu adamlar işemiyor dimi?”
“Evet efendim. İşemek zaman kaybıdır iş gücünü azaltır. Terle atıyorlar.”
“O zaman şu önünden fil burnu gibi sallanan şeye ne gerek var yavrum. Kesip alın onu. İşe yaramayan şeyler gereksizdir. Alın onu kafa karıştırmasın.”
“Tabi efendim.”
Kızıl kılların arasından yüzümü buldu gözleri.
“Sizin kabaran hormonlarınıza vakit yok burada anladın mı? İş yapmanız lazım iş. 24’lük olacaksın. Cezan bu.”
24? Haftada 40.000 kredi fazladan para. Uykusuzluk, bol serum. Ömür boyu çalışma...
“Haftada 40.000 krediyi alacak mıyım?” Ağzımdan bir anda çıkıverdi soru. Her gün yüz kere ‘24’lüklere katılın anonsunu’ dinleyince insanın aklına kazınıyordu.
Canavar dev ağzını sonuna kadar açıp, kocaman bir kahkaha attı.
“Şu anda ne kadar paran var bankada?” Kahkahalarının arasından zar zor sorabilmişti bunu.
“583.450.000 kredi, efendim.”
“Tamam ulan bankadaki paranı 3.000.000.000 kredi yapıyorum. 24’lük olduğun için de haftalık 2.000.000, tabi sabit maaşın da artacak.”
3.000.000.000 kredi... Bütün cezaları, 24 saat çalışmayı, canavarı, her şeyi unuttum. Haftada 2.000.000 kredi... PARA! Daha çok para, çok çok fazla para...  İçimde harika bir sıcaklık dolaşırken, hafifçe sırıttım, sonra biraz daha, biraz daha ta ki dişlerim ortaya çıkıp hafifçe kıkırdayana kadar.
Sırıttığımı gören canavar bir kahkaha daha attı ve ben de ona eşlik ettim. Karşılıklı gülüşmemiz bitince canavar yönetici keyifle robota döndü.
“Şu geri zekalıya bak seviniyor.” Son bir kıkırtının ardından hafifçe öksürdü, kendini toparlayıp gözlerime baktı. Konuştuğunda sesi ciddiydi.
“Parayla ne yapılır söylesene bana? Sana diyorum ne işe yarar para?”
Gülümsemem yüzümde soldu. Para ne işe yarar? Para?
“Harcayamadıktan sonra paranın ne önemi var ki? Kapına birkaç rakam yazalım oldu bitti. Sen hiç hayatında para gördün mü? Yok.” Derin bir iç çekti. “Üzgünüm evlat para falan yok, hiç olmadı. Eğer seni mutlu edecekse tüm kapını rakamlarla dolduralım. Fakat bir boka yaramaz.”
3.000.000.000... 2.000.000... 583.450.000... 40.000... Gözümün önünde rakamlar döndü. Kulaklarım uğuldadı, gözlerim sızladı ve rakamlar biraz daha döndü. PARA NE İŞE YARAR?  
Canavar, robota dönüp devam etti.
“Aferin lan size bu beyinsizlerin kafasına iyi soktunuz para hırsını. Bütün dünyası para oldu ibnelerin. Gırtlağına çöküp kanını içiyoruz hala para diyor geri zekalı.” Dilini şaklatıp bir parça daha bağırsak aldı. “Bunun da tuzunu iyi tutturmuşsun. Aferin lan sana aferin...”
Robot küçük bir mutluluk mırıltısı çıkarttı.
“Hayır efendim. Para hırsı zaten onlarda mevcuttu. Sizden önceki dönemlerde para için birbirlerini kestiler. Hem de defalarca. O yüzden biz, para hırsı konusunda hiç bir ek çalışma yapmadık.” Eliyle kanlı kovayı gösterip devam etti. “Bağırsak için bu tuz oranı iyiyse bundan sonra her zaman aynı tuz oranıyla karşınıza gelecektir, efendim.”
Para, tuz, bağırsak, hırs... Beynim patlamak üzereydi. Aklıma gelen ilk şeyi sordum.
“Taşak ne demek?”
Canavar kızıl kılların arasından şöyle bir baktı. Robot sessizce bekledi.
“Terazi diyorum ne demek?” Bağırdım. Gözlerim dolmaya başladı. Sesim titredi.
“Bunun ne kadar hormonu varsa hepsini emdirin, çekin, yok edin. Adamın sorduğu sorulara bak. Şu önündeki fazlalığı da kesip alın. Sonra da doğru 24’lüklerin arasına. Bu salaklar çalışacak ki bu gezegen ayakta kalsın. Hadi zaman kaybetmeyin.”
Robot kıskaç eliyle bileğime yapıştı. Gözümden birkaç damla yaş akarken beni kapıya doğru çekti. Bir iki adım atıp kapıya geldiğimizde canavarın sesi odada yankılandı.
“Beynini de sıfırla şunun, yanında yerli yersiz konuştuk kafası bulandı. Ne var ne yoksa kazı at, sonra da hiç bir şey yükleme siktir et öyle kalsın.”

Yeni levha, sol üst köşe, dört delik dızt dızt dızt dızt...
Temizlik robotu gelmiş dezenfektan püskürtmüştü. Sağ alt köşe dızt dızt...
“Ulan götoş ne pis bir adamsın lan sen. Bu nasıl bir koku yahu? Her gün senin apış aranı temizliyorum yetti artık be.”
Sol alt köşe dızt dızt...
“Şşşt sana diyorum lan.”
Yeni levha dızt dızt...
“Cevap versen ibne!”
Buharı püskürttü. Dızt dızt... Sağ alt köşe...
Pafümü sıktı. Pıst... Dızt dızt... Sol üst köşe...
Dördüncü evre. Dızt. Jeli sürdü. Yeni levha. Dızt...
“Teraziler nerede?” Bir an durdu metal elleriyle bacak aramı yokladı.” Ulan çükün nerede? Onu da mı aldırdın?” Dızt... Dızt...
“Otuz saniyelik temizlik bitmiştir. Temizlik robotu ayrılabilir.”
“Boş ver ağırlık yapmaz hiç değilse. Benimkileri zor taşıyorum yürürken.”
Robot metalik bir kahkaha attı ama ben duymadım. Dızt dızt...

Bulut TAR
Eylül 2013