“Ne biçim çay lan bu!”
Babam koyu
kırmızı çayını zar zor yuttuktan sonra böyle kükredi. Ağzını şaklatıp, biraz da
yüzünü buruşturdu ama içti.
“Dünkü çay mı, bugün mü demledin?”
Rahatladım.
Ağzından püskürtmemişti. YUTMUŞTU! Bir yudum içmesi yeterli mi? Bilmiyorum, ama
hiç yoktan iyiydi. Hem belki bir yudum daha alırdı, kim bilir?
Kahvaltı masasının diğer ucunda peynirimi
kemirirken uykusuzluktan gözlerim ağrıyordu ama mutluydum. Ben görevimi
yapmıştım. Babama kaçamak bir bakış daha attım, ağzına bir ekmek tıkıştırıp söylenerek
bir yudum daha aldı çayından. Gülümsemem genişledi. Okula rahatça gidebilirdim
artık.
Her şey iki gece önce odamda duyduğum tıkırtılarla
başlamıştı. Çıt, çıt, çıt... Parkede trampet çalan parmaklar. Uzun tırnakların
tahtada çıkardığı tekdüze ses, çıt çıt çıt... Yataktan dehşetle fırladığımda
titrek ay ışığı aralık perdemden odama doluyordu. Önce alarm çalıyor zannettim.
Fakat hava karanlıktı. Saçlarım dikildi. Korku ayaklarımı buz kesip,
kulaklarımı yaktı. Yorganı göğsüme çekip tiz bir çığlık atacakken, bezgin bir
ses geldi aşağı taraftan.
“Sesini çıkarma oyarım. Korkma, sakin ol.”
SES? KİM? NEREDEN? Kesik kesik hıçkırmaya
başladığımda beynim korkudan uyuşmuştu. Göğsüme çektiğim yorganı ısırmıştım.
Gözümden iki damla yaş akıp yanağımda kalmıştı ve yorgan dişlerimin arasında
gıcırdıyordu. ÇIT! ÇIT! ÇIT! Daha sıkı ısırdım yorganı. Aşağıdan geliyordu.
Yatak? YATAĞIMIN ALTI? YATAĞIMIN ALTINDA BİRİ VARDI!!! Ağzımdan kısık, titrek
bir inilti çıktı.
“Offf! Bıktım lan bu veletlerden. Yetti
artık. Korkma diyorum lan! Kötü bir niyetim yok. Bağırayım falan deme ağzına
sıçarım. Ben de işimi yapmaya çalışıyorum burada.”
Yatağımda büzüştüm. Dişlerim birbirine vurup
yorganı deliyor, buz gibi ter tüm vücudumu kaplıyordu. Kim ki bu aşağıdaki? Korku
ayaklarımı kemirse de merak benim kuyruğum gibiydi. Kafamı usulca kaldırıp yatağın
ucuna doğru uzandım. Karanlıktan bir şey görünmüyordu. Fakat boynumu biraz daha
zorlayınca dehşet önce donuma, sonra pijamamın altına, oradan da yatağa sızdı.
Ve epeyce ıslaktı.
Yatağımın
altında bir yaratık vardı! Yüzünü asla göremedim. Fakat ay ışığının vurduğu
kocaman kemikli pençeleri, uzun siyah tırnakları... İki koca pençe yatağımın
altından çıkmış öylece duruyordu. İki dev örümcek gibi. Dizlerim karıncalandı.
Yaratık burnunu çekti.
“İşedin mi lan.” Derince bir nefes aldı.
“Yavrum niye işiyorsun?” diye tısladı nefes verirken. Çıt, çıt, çıt... Yine
parkeden çıkan tırnak tıkırtıları fakat bu sefer daha sinirliydi.
Yorganı ağzımdan çıkardım. Tükürükten
sırılsıklam olmuş, ısırılmaktan uzamıştı. Yatağımdaki ılık ıslaklıktan
utanarak, korkuyla karışık bir fısıltıyla konuştum.
“Sen kimsin?”
Cevap tereddütsüz geldi. “Büyücü.”
Büyücü mü? Gözlerim kocaman açıldı. Bazı
kelimeler çocukları çıldırtırdı. Korkuyu üzerimden yavaşça atıp, yatağının
altında yaratık yatan, altına işemiş bir çocuk ne kadar canlanabilirse o kadar
canlandım. Yatak altımda vıcık vıcık sesler çıkarırken merakla büyücüye döndüm.
“Nasıl büyücü, bildiğimiz gibi mi?”
Küçük bir kıkırdama. “Senin bildiğin nasıl
ki?”
Yatakta iyice doğruldum. Çişim artık soğumaya
başlamıştı.
“Yani böyle asası olan, bir hokus pokusla eşyaları
oradan oraya uçuran, kuşu maymuna, maymunu ata çeviren, yani abrakadabra! Sen
böyle şeyler yapabilir misin?”
Yaratık bu sefer kahkaha attı. “Yapmak ne
demek, anasını bile satarım.”
Yatakta bir an heyecanla tepindim. Sonra
büyücünün dev pençelerini
görüp duruldum. Uçlarına doğru kararan
parmaklar, simsiyah tırnaklar... Tekrar yatağın köşesine çekilip sessizce
konuştum.
“Sen nerelisin büyücü?” dedim ve çekinerek
ekledim, “Niye benim yatağımın altındasın?”
“Ananla babanın yatağına mı gitseydim?”
Hafifçe güldü. “Ben çocukları severim ve inan bana onlar da beni sever.”
Duraksadı. “Nereli olduğuma gelince, adını anmak istemeyeceğin bir yerden
geldim evlat. Etim kayış gibi, kemiklerim gıcırdıyor ama beynim hala sağlam.
Beni annen çağırdı. Kadınlar... Bazen nefret ediyorum işimden.”
“Annem mi? Niye ki?”
“Kamışa su yürüdü mü?”
Kamış? Su? “Anlamadım.”
“Otuz bire diyorum, başladın mı?”
Otuz bir? “Ben üçe gidiyorum.”
Yatağımın altından bir kıkırtı geldi. “Desene
birbirimize benziyoruz. Ben de bıraktım o işleri. Aklımın ucundan bile geçmiyor.”
Derin bir iç çekti. “Yaşlandım evlat. Pamuk gibiyim artık. Fakat baban...”
“Ne olmuş babama?”
Kısa bir sessizliğin ardından konuştuğunda
büyücünün sesi sıkıntılıydı.
“Daha kamışa su yürümemiş, nasıl anlatayım
şimdi ben sana bunu?” Parmak sesleri yine. Aklım karışmıştı. Kamış, pipet...
Garip konuşuyordu büyücü ama sonuçta o büyücüydü. Yatağımın altında bir büyücü
vardı!
“Açık konuşayım,” dedi. “Baban... Baban
anneni aldatıyor. Anlarsın ya başka kadın falan.”
Anlamamıştım. “Nasıl yani?”
“Ulan aldatıyor işte daha nasıl anlatayım?”
Bir şey dememi beklemeden devam etti. “Annen bunu duyunca delirmiş tabi.
Kadınlar böyledir işte. Yani böyleydi diye hatırlıyorum, yani ben unuttum artık,
sen de daha tanımadın. Bir birimize benziyoruz demiştim.” Tıslar gibi güldü. “Kadınlar
işte! Birine kızdılar mı üç beş tanesi hemen bir araya gelir. Konuşur, konuşur,
konuşur... Sonunda muhabbet döner dolaşır bana gelir. Neyse canım sıkılıyor
anlatırken. Sonuçta ben ciddi bir büyücüyüm. Yüzlerce yaratığı yüzlerce
kilometre uzaktan öldürdüm. Bir hapşırmamla binlercesini sakat bıraktım. Koltuk
altımı koklasam bir gezegendeki tüm canlıları kör ederim. Ayak tırnağımla
güneşleri söndürürüm ben be!” Öfkeyle soludu. “Beni, düşünebiliyor musun beni
uçkuru düşük adamların peşine salıyorlar. Öldürmek? Yok. Sakat bırakma? Yok. Ne
peki? Erkekliğini al. İsteğe bak! Sen söyle evlat bu hakaret değil mi?”
Annem eve yaratık çağırmış, babam annemi
aldatmış, bir de tabi şu yaratığın ayak tırnağı var. Ayak tırnağıyla nasıl
güneş söndürülür? Hem güneş söner mi ki? Acaba rica etsem yarınki sınava benim
yerime girer miydi? Ya da belki büyülü bir kalem verirdi bana.
Korku yerini önü kesilmez bir meraka
bırakmıştı. Yüzlerce soru beynimi doldurdu. Fakat hiç biri ağzımdan çıkmadı.
Büyücü benden cevap alamayınca devam etti.
“Yani evlat abuk sabuk büyüler yapmaktan
sıkıldım. Ciddi büyüleri özledim yahu.” Sesini alçaltıp yılan gibi tısladı. “Söylesene
bana sevmediğin biri var mı? Sana sataşan, okulda falan. Bana adını söyle onun
canına okuyayım.”
Okulda sevmediğim biri vardı. Kimin yoktur
ki? Geçen hafta kapıya elimi sıkıştırmış, önceki hafta da kulağıma kalem
sokmuştu. Birkaç kere de tuvalette ayakkabılarıma işemişti. Ettiği küfürleri
saymıyorum bile.
“Var aslında ama ne yapacaksın ki.”
Büyücünün sesi heyecanla titredi. “Önce sen bana
onun adını vereceksin. Lakabı da olur yada senin ona verdiğin bir isim. Hadi
söyle bana.”
“Ayı.” Hiç düşünmeden söyledim. “Iıı yani ona
içimden hep ayı diyorum ama, sayılır mı?”
“İşimi görür.”
“Ne yapacaksın şimdi? Bir tutam saçına veya
gömleğine gerek yok mu?”
Yatağımın altında hafif bir kıpırdanma, sonra
küçük bir şıngırtı...
“Güzel, iğne varmış yanımda,” diye mırıldandı
büyücü. “Şimdi evlat, fırla bana banyodan kullanılmamış bir kalıp sabun getir.”
“Sabun? Kolaymış, tamam.” Doğrulunca yataktan
vıcık vıcık sesler geldi.
“Bir de git şu üstünü değiştir be yavrum.
Benim de burnum var.”
Soğumuş çişin içinde utanarak doğruldum.
Pençeler... Yatakta dizlerimin üstünde durup dev pençelere baktım. Eskisi kadar
korkunç değillerdi. Büyük bir örümcek gördüğümde ne hissediyorsam, eh yani ona
benzer bir şey hissediyordum işte. Dizlerde bir karıncalanma o kadar. Yatağımdan
usulca inip pençelere basmadan banyoya doğru gittim.
“İşte sabun” dedim odanın ortasında temiz
pijamamın verdiği ferahlıkla. Beyaz banyo sabunlarından ilk bulduğumu kapıp
getirmiştim.
Koca pençe ters döndü ve süt beyazı avcunu açtı.
Dizlerim uyuştu yine. Dev bir örümceğin karnına benziyordu bu. Bembeyaz... Dizimde
karıncalar oynaşırken kemikli parmakları aksak bir iki hareket yaptı.
“Bırak avcuma.”
Bıraktım.
Neredeyse bir metre yukarıdan attım sabunu
eline. Pat! Beyaz sabun bembeyaz avcuna düştü. Büyücü önce kara tırnaklı
parmaklarıyla sabunu yokladı, sonra pençesini yumruk yapıp yatağın altına
çekti.
Masa lambamı yakıp sandalyeme oturdum.
Büyücünün hırıltılı nefesi yatağın altından yayılırken merakla sordum.
“Ne yapıyorsun sabunla?”
Küçük bir şıngırtı sonra kıtırtı, en son da büyücünün fısıltısı.
“Ayı.”
Bu üç kere tekrarlandıktan sonra yaratık
konuştu.
“İyi dinle beni. Bir sabuna kırk tane iğne...
Batır sabuna, fısılda ismi, batır sabuna, fısılda ismi... Kırk kere, sabunun
üstü iğne dolmalı. Sonra bir kuyuya at sabunu. Ki merak etme kuyu işini ben
halledeceğim senin için. Sonra bekle sabun erisin, erisin, erisin... O eridikçe
senin ayı da eriyecek. Ta ki yok olana kadar.”
“Kilo mu verecek yani?”
“Hayır, bu daha farklı bir erime.”
Batırmaya devam ediyordu. İğnenin sabuna
girerken çıkardığı ses sinir bozucuydu. Ve o titrek fısıltısı “Ayı.”
Bitti.
Sabuna saplanan iğne sesi bitti ve büyücünün
sabun kokan pençeleri yatağın altındaki yerini aldı.
“Yarın sabunu kuyuda bil evlat.” Parmaklarını
birkaç kez yere vurdu sonra devam etti. “Şimdi yat uyu, yarın senin için güzel
bir gün olacak. Ha unutmadan çarşaflarını hallettim ben.”
Yatağa gidip kupkuru olduğunu görünce
büyücünün gücüne iyice inandım. Kurumak ne kelime mis gibi parfüm kokuyorlardı.
“Büyücü senden bir şey daha isteyebilir
miyim?”
“Söyle bakalım.”
“Şey, yarın sınavım var yani ben pek çalış...”
“Bana bir kalem ver” diye kesti sözümü.
Hemen çantama koşup kurşun kalemimi aldım. Yaratık
beyaz avcunu açmıştı yine. Bu sefer hiç korkmadan koydum avcuna kalemi. Dev
pençe kapandı ve yine yatağın altında kayboldu. Sabırsızca bekledim fakat uzun
sürmedi. Birkaç saniye sonra büyücü kalemimi geri verdi. Kalem ıslaktı ve tuhaf
bir kokusu vardı.
“Yarın sınavda onu sadece tut gerisini o
halleder.”
Kaygan kalemi elimde sıkıca tutup hayranlıkla
sordum.
“Ne yaptın kaleme?”
“Kıçıma soktum. Artık sınavın garanti. Şimdi
uyu.”
Şıp şıp şıp ŞIP!
Sınavım harika geçti! Fakat günüm berbattı.
Büyülü kalemim kağıdın üstünde yağ gibi kaydı
ve bir tane bile boşluk bırakmadı. ŞIP! ŞIP! Soruları okumamıştım bile. Fakat
ne güzel cevaplar vermiştim öyle. Yüz almak büyük bir onur olacaktı ama iyi
geçen bir sınav kabusları silemezdi kuşkusuz. ŞIP ŞIP ŞIIIIIIP!!!
İkinci gece, büyücü yerindeydi, geceyse
zifiri. Soğuk, ıslak caddede ciyaklayan kediler, parçaladıkları çöp
poşetlerinin hışırtıları, iki sokak öteden uluyan bir köpek ve tuhaf
ıslıklarıyla rüzgar... Yatakta büzüşmüş geceyi dinliyordum. Gözlerimi kapadım. Kıpkırmızı
kanlanmış gözler, iltihap sarısı bir surat, durmadan akan bir burun, kesintisiz
ve kanlı öksürük, kan, kan, KAN... Hemen açtım. Büyü, lanet ne derseniz deyin,
ayı ağzından kan püskürterek çıktı okuldan. Kalemim kağıdın üzerinde uçarken
gözüm ondaydı. Önce gözleri donuklaştı sonra kan... Burnundan, ağzından,
kulaklarından... Sınav kağıdına damlayan kanın sesi beynimi uyuşturdu. Şıp şıp
şıp... Sonra da o bitmeyen öksürük... Bir kaç kız çığlık attı ve vicdan azabı
bir fil gibi üstüme oturdu.
Ayı yere çuval gibi düştü. Pat! Çıkan ses
içimi parçaladı. Gözlerim karardı. Nefesim kesildi. Öğretmen şoktan çıkana
kadar yerdeki tozla çamura dönen kanının içinde debelenip durdu. Öksürdü,
öksürdü, öksürdü... Sonra da ambulansa koyuldu ve gitti. Gittikten sonra bile
sırasından yere kan damlıyordu. Şıp Şıp ŞIIIP!! Öldü mü? Bilmiyorum ama ölecek.
Benim yüzümden. Sabun eriyince, ki belki eridi bile. Tüm vücudum buz gibi
terlerken gözümün önüne iğnelerle kaplı sabun geliyordu. Suyun içine bata çıka
eriyen beyaz sabun... Büyücü konuştu, ben titredim.
“Yavrum, tamam sakin ol biraz. Suyu en sıcak
kuyuya attım sabunu az acılı olacak yani. Bu gece olmaz da en geç yarın akşam
diyelim. Sınav nasıldı sen onu söyle?”
“Lütfen,” dedim titrek bir sesle. “Bir şey
yap ben böyle düşünmemiştim.” Ağlamaya başladım. “Lütfen onu geri getir.”
Parmak tıkırtıları. “Tamam ulan ağlama yarın
gider kuyudan alırım sabunu. Sonra zamanla düzelir senin ayı yada adı her ne
boksa, grip gibi düşün yani.”
Bir an heyecanla doğruldum. “Gerçekten mi?”
“Ne sandın kerhaneci.”
Vicdanım az da olsa rahatlarken büyücü araya
girdi.
“Fakat bana yardım edersen tabi.”
“Ederim ne istersen.”
“Beni buraya annen çağırdı. Öncelikle babanın
icabına bakmam lazım. Pantolona atılmış sıkı bir düğüm gibi düşün bunu.”
“Yani?”
“Çok bir şey istemeyeceğim adet kanına
batırılmış iki kesme şeker o kadar.”
Adet kanı? Kamış? Otuz bir? “Adet ne?”
“Ayda bir ortaya çıkan garip bir hayvan türü.”
Kıkırdadı. “Tamam ulan bücür pezevenk onu da ben hallederim, sen bana iki şeker
getir yeter.”
Gözlerim uykusuzluktan sızlarken merakla
sordum. “Ne yapacaksın şekerleri?”
“Babanın şeyine düğüm atacağım. Erkekliği
bağlama büyüsü yani. İyi dinle belki lazım olur.” İki büyük pençesini birbirine
sürüp hızlı hızlı konuştu. “Adet akına batırılmış iki şekeri adamın çayına at
karıştır içir ve adam şeyini sadece işemek için kullansın. Sadistçe dimi?
Kadınlar evlat kadınlar...”
“Babam ölmeyecek dimi?”
“Yok be yavrum. Bunlar dandik büyüler. En
fazla biraz sinir yapar.” Bir an duraksadı sonra sessizce devam etti. “Şimdi
kalk bana iki tane kesme şeker getir, arkadaşın ölmek üzere, sabun eriyor.”
Şekeri getirdim sonra kabuslarla dolu bir
uykuya daldım. Şıp Şıp Şıp!
Sabah koyu kırmızı, vıcık vıcık iki şeker baş
ucumdaydı. İkisini de aldım dağılmak üzerelerdi. Annem çayı yeni demlemişti. Bir
bardak doldurup şekerleri içine attım ve karıştırdım. Ne annem gördü ne babam.
Okula gittiğimde ayı yoktu. O gün gelmedi
fakat ertesi gün haberi geldi. Ölmüştü. Konuşmadım, ağlamadım, nefes bile
almadım. Neden öldüğünü bilen yoktu. Nefret, acı, ölüm... Başım döndü.
Pençeler... Aklımda iki pençe vardı. Sabuna batan iğnenin çıkardığı ses, o
sinsi fısıltı. Gözlerim dolmadı bile. Ağlamadım. Kuyunun dibine çöken iğneler
geldi gözümün önüne. Kanlı şeker, babamın çayı içişi, büyücünün tırnakları...
Ben katil miyim? Evet öyleyim.
Büyücüyü bir daha görmedim. Her gece
yatağımın atına baktım, gelmesi için yalvardım. Kabuslarımda onu kaç kere
öldürdüm. Dev pençelerini kopardım, sabunlara iğneler batırıp ismini fısıldadım.
Ölümü için dualar ettim.
İki hafta sonra sınavdan yüz aldığımı duyunca
öğretmene tuhaf tuhaf baktım. Kıpkırmızı sınav kağıdı vardı gözümün önünde,
kanlı öksürük, hastaneye gittikten sonra yerde bıraktığı çamurlu kan izleri...
Gözlerim doldu, beynim zonkladı ve kulağımda tek bir ses vardı, ŞIP ŞIP ŞIP!
Bulut TAR
Ağustos 2013