“Rüyamda bir vadinin
ortasında dikiliyordum. Atların çektiği tahtası çatlamış eski beyaz arabalardan
vardı. Galiba atlar beyazdı, tam hatırlamıyorum. Dağların etrafımızı çanak gibi
kapattığı arazinin ortasındayım. Toprağın üzerinde bir kızıllık var, buradaki
gibi değil de daha sağlıklı bir kırmızı. Yer yer yeşil otlar, katır tırnakları
toprağın üzerinde lekeler yapıyor. Gözünün alabildiğine kızıl yeşil sahra.
Beyaz arabanın sürücüsü yok ama ben biliyorum ki bu ıssızlığa tek başına
gelmemiş, arabanın içine biri kıvrılıp yatmış. Arabaya yaklaşınca atlar hiç ses
çıkarmıyor, kulakları bile kıpırdamıyor. İçime bir ürperti düşüyor. Sis grisi
palto giymiş adamı dürtüklüyorum. Uyanırsa kötü şeyler olacağını biliyorum ama
uyandırmam lazım ki azarlama bitsin. Bağırsın, canımı yaksın, etimi kıstırsın
da çabucak bitsin. Adam uyanırken sanki çenesi kerpetenmişte dişlerini emermiş
gibi sesler çıkarıyor. Sersemlemeden doğruluyor, ne gözlerinde mahmurluk, ne de
esneme var. Çenesi kocaman ve kirli sakallı, aynı hayal ettiğim gibi yüzünün
altı kerpetene benziyor. Nefesindeki portakal kokusunu duyunca anlıyorum ki o
benim... Anladın işte... Saçmalık ama... O şeymiş, Büyük Haşmetli, Kainatın ve
Nefsin yaratıcısı işte. Tırnaklarının zar zor gözüktüğü kocaman elleriyle
ensemden kavrayıp yüzüne çekiyor ve kafamın üstünü öpüyor. Öptüğü yerde kafam
hafiften karıncalandı bir de. O an anladım ki nefesi portakalın eti değil,
beyaz acılığı kokuyor. Ona ‘Yaşlı herif’ diyorum. ‘Benden daha genç
duruyorsun.’ Bana kopmuş kanatlarıyla ne kadar yavaş ölürse o kadar mutlu
olacak çocuğun sineğe baktığı gibi bakıyor. Uyurken sırtını verdiği yığınların
üzerindeki battaniyeyi eliyle çekiyor. Ben onları kasa sanmıştım fakat onlar
kafes çıkıyor. Diz boyunda, paslı şeyler. İçlerindeki koku içimi kaldırıyor.
İdrar ve ıslak ekmek.
Kafeslerde çocuklar var. Öyle iri bir horoz anca ayakta duracağı kafeste iki büklüm
olmuşlar. Kirin, pasın, tüylerin içinde derilerinin pembeliği belli oluyor. Kaç
yaşındadırlar? Beş mi? Altı mı? Arabanın arkasına akılla sığmayacak kadar çok
kafes var. Arkaya doğru üst üste yüzlerce. Arkadaki kafeslerden birindeki kız
çocuğu güç bela boynunu çevirip bana bakıyor. Bir insana uzun süre bakarsan
eninde sonunda gülümser, konuşur, kafasını eğer, esner. Çocuklar öyle değildir,
dediğimi idrak ettin mi? Bunlar o sıradan çocuklardan da beter. Ağlamaktan korkar
gibi kısık kısık bakıyorlar. O kızıl toprağın üzerinde 600 sene gözlerinin
eriyiğine baksan öyle bakacak çocuklar. Sonra kafeslerin içindeki tüylere bakıyorum
bunlar öyle rastgele dağılmış değiller. Tüyler çocukların derisine dikilmiş.
Gelişigüzel, zımbayla, zamkla, domuz bağırsağıyla topak topak, her yerlerine
tutturulmuş. Uzun düşüşten beri ilk kez ağzım karıncalanıyor. İhtiyar çocuklara
baktığımı görünce kafesten bakan kıza demir bir sopayla vuruyor. Kız başını
kaldırdığında kuru bir tıkırtıyla dişlerini yuttuğunu işitiyorum. Ağzını açıp
bana kanayan diş etlerini göstermeye çalışıyor. O an iç karartan bir düşünceyle
gülüyormuş zannediyorum.
Yaşlı adam bir daha böyle
bir şey yaparsa onun elini tutarım diyorum; sonra o kadar da emin olamıyorum.
Kollarım omuzlarımdan itibaren yokmuş, uyuşmuşum. En sonunda içimde büyük bir
karanlık varmış diye düşlüyorum o karanlığın içinde kırılıp içine doğru bükülen
bir kurtçuk delik oyuyor. O deliğe doğru dışarıdan içe doğru akıyorum, o
deliğin içine tamamen akarsam buzsuz bir soğuk, mevcudiyetimin son ipliğini de
kemirip, kalan yokluğu o kurtçuğa teslim edecek. Yok olmadan önce babama dönüp
‘Bu insanlara ne yaptın?’ diye soruyorum.
Soruyu
bekliyormuş gibi hemen heyecanla atılıyor: ‘Onlar insan değil, yetişkin
insanlar değiller. Onlar çocuk ve bu çocuklar bütün diğerleriyle birlikte senin
evinin misafirleriler. Onlar büyür ve aklıyla benim evimin yolunu bulurlarsa,
benimdirler. İşte böyle.’ Babam onların doğumla gelen masumluklarıyla alay
etmek için üstlerine diktiği tüylerden birini koparıp yüzüme üflüyor ve ben o
tüyün süzülmesini düşlerken içimdeki karanlığı yiyen kurdun midesine doğru
kayıyorum. Tıpkı tüy gibi.”
İsrafil onun devam etmesini
bekledi. Devamı gelmedi.
“Ona yaşlı adam mı dedin?”
diye sordu.
İblis damağını yaladı.
“Buna mı takıldın?”
“Sen ona yaşlı adam demezdin,
ona...”
“Konu o değil çemçük ağızlı
klarnetçi seni...”
“...Baba derdin,” dedi
İsrafil.
İblis, Babil’in küllerinden
eski soluğunu tuttu. “Bunu söylemem pek iyi değil; yine de sence bir anlamı var
mı?”
“O’nun mu?” dedi İsrafil
yumuşak sesiyle. Bu anlayış o sırada dünyanın en anlayışlı insanlarından birini*
uykusundan uyandırıp balkondan atarak canına kıydı.
“Hayır,” dedi İblis. “Ben
o’nu* hiç tartışmadım. Hayır, rüyanın bir anlamı olabilir mi?”
İsrafil “Baya sembolizm
yüklü acayip bir şeydi; yine de sanmıyorum. Hayır, rüyalar nadiren manalıdır.
Manalarda nadiren işe yarar. Bu sadece bir rüyaydı. Kıçın açıkta kalmış
kardeşim.”
“Haklısın,” dedi İblis,
asla uyumadığı gerçeğini dile getirmeden. Elinde oynadığı tüyü üfledi ve
Anadolu’ya doğru yüksekten süzüldü. Ufak kasabadaki yanan yetimhaneye dek
nefesini tuttu. Ufukta kırılan güneşin enfes ışıklarına bile bakmadı. O’nun
yolları esrarlıydı fakat İblis yanan bir binaya direkt müdehalenin önemini
bilecek kadar ateş görmüştü. Nihayetinde kurtarılması gereken çocuklardı.
Canını dişine takarak süzüldü emekli melek.
_____________________________________________________________________________
*İblis tam bu noktada bir
bilgilendirme notuyla müdahil olmamı istedi. Buradaki çocukça imla oyunu
tamamen kendisine aittir. Düşüşünün mimarlarından olan varlığa, herhangi bir yücelik vasfını, herhangi bir
mecrada yakıştırma taraftarı olmadığını ısrarla belirtti. Yani bunun ne yazarın
dehasıyla ne de değerli editörlerin dikkatiyle alakası yoktur. Hassas edebiyat
takipçileri lütfen dergiye, editöre küfürlü mektuplar yollamasın.
Tolga Aydın