10 Nisan 2014 Perşembe

YETİMHANELER NEDEN YANAR?



“Rüyamda bir vadinin ortasında dikiliyordum. Atların çektiği tahtası çatlamış eski beyaz arabalardan vardı. Galiba atlar beyazdı, tam hatırlamıyorum. Dağların etrafımızı çanak gibi kapattığı arazinin ortasındayım. Toprağın üzerinde bir kızıllık var, buradaki gibi değil de daha sağlıklı bir kırmızı. Yer yer yeşil otlar, katır tırnakları toprağın üzerinde lekeler yapıyor. Gözünün alabildiğine kızıl yeşil sahra. Beyaz arabanın sürücüsü yok ama ben biliyorum ki bu ıssızlığa tek başına gelmemiş, arabanın içine biri kıvrılıp yatmış. Arabaya yaklaşınca atlar hiç ses çıkarmıyor, kulakları bile kıpırdamıyor. İçime bir ürperti düşüyor. Sis grisi palto giymiş adamı dürtüklüyorum. Uyanırsa kötü şeyler olacağını biliyorum ama uyandırmam lazım ki azarlama bitsin. Bağırsın, canımı yaksın, etimi kıstırsın da çabucak bitsin. Adam uyanırken sanki çenesi kerpetenmişte dişlerini emermiş gibi sesler çıkarıyor. Sersemlemeden doğruluyor, ne gözlerinde mahmurluk, ne de esneme var. Çenesi kocaman ve kirli sakallı, aynı hayal ettiğim gibi yüzünün altı kerpetene benziyor. Nefesindeki portakal kokusunu duyunca anlıyorum ki o benim... Anladın işte... Saçmalık ama... O şeymiş, Büyük Haşmetli, Kainatın ve Nefsin yaratıcısı işte. Tırnaklarının zar zor gözüktüğü kocaman elleriyle ensemden kavrayıp yüzüne çekiyor ve kafamın üstünü öpüyor. Öptüğü yerde kafam hafiften karıncalandı bir de. O an anladım ki nefesi portakalın eti değil, beyaz acılığı kokuyor. Ona ‘Yaşlı herif’ diyorum. ‘Benden daha genç duruyorsun.’ Bana kopmuş kanatlarıyla ne kadar yavaş ölürse o kadar mutlu olacak çocuğun sineğe baktığı gibi bakıyor. Uyurken sırtını verdiği yığınların üzerindeki battaniyeyi eliyle çekiyor. Ben onları kasa sanmıştım fakat onlar kafes çıkıyor. Diz boyunda, paslı şeyler. İçlerindeki koku içimi kaldırıyor.
İdrar ve ıslak ekmek. Kafeslerde çocuklar var. Öyle iri bir horoz anca ayakta duracağı kafeste iki büklüm olmuşlar. Kirin, pasın, tüylerin içinde derilerinin pembeliği belli oluyor. Kaç yaşındadırlar? Beş mi? Altı mı? Arabanın arkasına akılla sığmayacak kadar çok kafes var. Arkaya doğru üst üste yüzlerce. Arkadaki kafeslerden birindeki kız çocuğu güç bela boynunu çevirip bana bakıyor. Bir insana uzun süre bakarsan eninde sonunda gülümser, konuşur, kafasını eğer, esner. Çocuklar öyle değildir, dediğimi idrak ettin mi? Bunlar o sıradan çocuklardan da beter. Ağlamaktan korkar gibi kısık kısık bakıyorlar. O kızıl toprağın üzerinde 600 sene gözlerinin eriyiğine baksan öyle bakacak çocuklar. Sonra kafeslerin içindeki tüylere bakıyorum bunlar öyle rastgele dağılmış değiller. Tüyler çocukların derisine dikilmiş. Gelişigüzel, zımbayla, zamkla, domuz bağırsağıyla topak topak, her yerlerine tutturulmuş. Uzun düşüşten beri ilk kez ağzım karıncalanıyor. İhtiyar çocuklara baktığımı görünce kafesten bakan kıza demir bir sopayla vuruyor. Kız başını kaldırdığında kuru bir tıkırtıyla dişlerini yuttuğunu işitiyorum. Ağzını açıp bana kanayan diş etlerini göstermeye çalışıyor. O an iç karartan bir düşünceyle gülüyormuş zannediyorum.
Yaşlı adam bir daha böyle bir şey yaparsa onun elini tutarım diyorum; sonra o kadar da emin olamıyorum. Kollarım omuzlarımdan itibaren yokmuş, uyuşmuşum. En sonunda içimde büyük bir karanlık varmış diye düşlüyorum o karanlığın içinde kırılıp içine doğru bükülen bir kurtçuk delik oyuyor. O deliğe doğru dışarıdan içe doğru akıyorum, o deliğin içine tamamen akarsam buzsuz bir soğuk, mevcudiyetimin son ipliğini de kemirip, kalan yokluğu o kurtçuğa teslim edecek. Yok olmadan önce babama dönüp ‘Bu insanlara ne yaptın?’ diye soruyorum. 
Soruyu bekliyormuş gibi hemen heyecanla atılıyor: ‘Onlar insan değil, yetişkin insanlar değiller. Onlar çocuk ve bu çocuklar bütün diğerleriyle birlikte senin evinin misafirleriler. Onlar büyür ve aklıyla benim evimin yolunu bulurlarsa, benimdirler. İşte böyle.’ Babam onların doğumla gelen masumluklarıyla alay etmek için üstlerine diktiği tüylerden birini koparıp yüzüme üflüyor ve ben o tüyün süzülmesini düşlerken içimdeki karanlığı yiyen kurdun midesine doğru kayıyorum. Tıpkı tüy gibi.”
İsrafil onun devam etmesini bekledi. Devamı gelmedi.
“Ona yaşlı adam mı dedin?” diye sordu.
İblis damağını yaladı.
“Buna mı takıldın?”
“Sen ona yaşlı adam demezdin, ona...”
“Konu o değil çemçük ağızlı klarnetçi seni...”
“...Baba derdin,” dedi İsrafil.
İblis, Babil’in küllerinden eski soluğunu tuttu. “Bunu söylemem pek iyi değil; yine de sence bir anlamı var mı?”
“O’nun mu?” dedi İsrafil yumuşak sesiyle. Bu anlayış o sırada dünyanın en anlayışlı insanlarından birini* uykusundan uyandırıp balkondan atarak canına kıydı. 
“Hayır,” dedi İblis. “Ben o’nu* hiç tartışmadım. Hayır, rüyanın bir anlamı olabilir mi?”
İsrafil “Baya sembolizm yüklü acayip bir şeydi; yine de sanmıyorum. Hayır, rüyalar nadiren manalıdır. Manalarda nadiren işe yarar. Bu sadece bir rüyaydı. Kıçın açıkta kalmış kardeşim.”
“Haklısın,” dedi İblis, asla uyumadığı gerçeğini dile getirmeden. Elinde oynadığı tüyü üfledi ve Anadolu’ya doğru yüksekten süzüldü. Ufak kasabadaki yanan yetimhaneye dek nefesini tuttu. Ufukta kırılan güneşin enfes ışıklarına bile bakmadı. O’nun yolları esrarlıydı fakat İblis yanan bir binaya direkt müdehalenin önemini bilecek kadar ateş görmüştü. Nihayetinde kurtarılması gereken çocuklardı. Canını dişine takarak süzüldü emekli melek.



­_____________________________________________________________________________
*İblis tam bu noktada bir bilgilendirme notuyla müdahil olmamı istedi. Buradaki çocukça imla oyunu tamamen kendisine aittir. Düşüşünün mimarlarından olan varlığa,  herhangi bir yücelik vasfını, herhangi bir mecrada yakıştırma taraftarı olmadığını ısrarla belirtti. Yani bunun ne yazarın dehasıyla ne de değerli editörlerin dikkatiyle alakası yoktur. Hassas edebiyat takipçileri lütfen dergiye, editöre küfürlü mektuplar yollamasın. 

Tolga Aydın