“Islaktı, evet ve kaygan.”
Sabırsızca konuştum. Uyanalı on dakika olmuştu ve kafamdaki
detaylar birer birer siliniyordu. Koşmuştum. Çadıra ulaşana kadar tabanlarım
şişmişti. Kalbim boğazımda atıyor, Kahin’in yarım açık kırmızı gözlerine bakıp,
şişen ellerimi gösterirken ciğerlerim hırıldıyordu. Ne tesadüf o da yeni
uyanmıştı.
“Dikenleri vardı üstünde, tuttum ama kaçıp gitti, hem de
baloncuklar çıkararak!” Baygın bakan gözleri moraran avucumu süzdü.
“Battı! Hem de kemiğime kadar. Dikenlerin izleri var
elimde. Bak, bak…” Elimi yaşlı adamın burnuna kadar soktum.
Kahin sol bacağını kaldırıp sessizce osurdu. Tilki osuruğu
gibi sakin, ince bir sesti bu. Bir an dehşetle bacağına baktım. Sol bacak…
Derin bir iç çektim ve baygın koku ciğerlerimi doldururken ister istemez
rahatladım. Çünkü herkes bilirdi ki, eğer sağ bacağını kaldırsaydı, tüm erkek
çocuklar ölür, hayvanlar çatlar, kadınlar kan işer, erkekler taş sıçar…
Kısacası lanet üzerimize yağardı. Neyse ki uzun yıllardır kalkmıyordu o bacak.
Koku yavaşça dağılıp çadırın zeminine çökerken Kahin elime
dikkatle baktı.
“Olur böyle şeyler,” dedi sakince ve kasıklarını kaşıdı. “Ben
de senin yaşlarındayken bir rüya görmüştüm. Kalın dudaklı, şehvet düşkünü bir
kadın şeyimi yalarken koparıp yutmuştu.” Tıslar gibi güldü. “Unutmadan, çekik
gözlüydü orospu.” Ellerini iki yana açtı. “O günden beri onu arıyorum.”
“Kadını mı?”
“Çükümü, salak” dedi ve yüzüme sessizce sayıp sövdü.
Ağzının içinde gevelediklerini yarım yamalak da olsa
duydum. Ne altım kaldı ne üstüm. Kahin böyleydi işte. İnsanın yüzüne küfür eder
sonra da hiçbir şey olmamış gibi gülümserdi. Sövme faslını bitirince rahatladı
ve her zamanki sakin sesiyle konuştu.
“Bana rüyanı anlat ama detayları atlama. Kaç diken battı
avucuna?”
“Dört.”
Gece rüzgarı çadırın bezden duvarlarını şişirirken, gözlerini
kapatıp fısır fısır hesap yapmaya koyuldu. Hesaplarını tamamlayıp, fısıltıları
durulunca kedi gibi esnedi. Gözlerini açıp usulca sordu.
“Neye benziyordu?”
Rüyanın anıları gittikçe silikleşiyordu. Gözlerimi sıkıca
yumdum ve tüm gücümü toplayıp düşündüm. Evet, ıslaktı, kaygandı, dikenleri
vardı… Fakat başka? Gözler, evet!
“Gözleri vardı. İki tane. Garip kum rengiyle kızıl karışık,
uzun bir vücudu, pörtlek, göz kapaksız iki gözü…”
“Balık diye bir şey duydun mu?” diye sözümü kesti Kahin.
“Hayır. O ne demek?”
“Gel, gel.” Kahin çadırın tozlu zeminine uzandı. “Gel yanıma
yat.”
Çadırın loş ışığında yerde yatan yaşlı adama boş boş
baktım. Pelte gibi yayılmış bana bakıyordu.
“Balık ne demek?”
“Başlatma balığına. Yanıma yat dedim sana.”
Yattım.
Yer buz gibiydi. Zemine çökmüş bayat osuruk kokusu genzimi
tırmalarken, Kahin’in kemikli kolları vücuduma dolandı. Ses etmedim ama
üstümden geçen hafif titremeye de engel olamadım. Yaşlı adam kıkırdadı.
“Ulan çüküm bile yok. Neden korkuyorsun geri zekalı?”
Kahin’i kızdırmak
cüret edebileceğim bir şey değildi. Kuvvetli bir nefesi, nefesinden kuvvetli
osuruğu vardı. O kızışık koku kimini öldürür, kimine zevk verir, kiminiyse
bağımlı yapardı. Kaç bahtsız o keskin kokunun müptelası olmuştu, kim bilir? Susup
soğuk zeminde Kahin’in kolları arasında büzüştüm. Beni iyice sıkıp kulağıma
fısıldadı. Nefesi gül kokmuyordu.
“Küçük bir ziyaret hepsi o kadar. Rahatla kuzucuk gözlerini
kapa, açtığında oradayız.”
Kapadım ve Kahin’le sarmaş dolaş rahatsız bir uykuya
daldım. Dalmadan önce aklımda tek bir soru vardı.
“Balık da ne ulan?”
Rüzgarın ıslığı ve zemine çökmüş yılların osuruğu…
Rüzgar çadır bezini hırpalayıp garip sesler çıkarırken
gözlerimi araladım. Hava aydınlanmıştı. Kolları belimde, kafası omzumda, tek
bacağı kalçamda öylece uyuyordu Kahin. Kene gibi yapışmıştı bana. Hafifçe
doğrulup buruşmuş suratına baktım. Ağzı açıktı. Süt beyazı salyası ağzından omzuma
akıyor, hırıltılı nefesi boynumu gıdıklıyordu. Omzumda oluşan beyaz birikintiye
baktım. Midem kalktı.
Uyandırmadan, usulca kurtuldum kollarından. Ayağa kalkıp
sessiz adımlarla çadırın bezden kapısına gittim. Keşke gitmeseydim. Keşke bunak
Kahin’in kollarında uyuyup salyasının omzumdan göğsüme akmasına izin verseydim.
Keşke hiç çadıra gelmeseydim. Keşke Kahin’i hiç tanımasaydım. UÇUYORDUK. Çadır
bulutların üstündeydi. Bez kapıyı aralamamla kapamam bir oldu. Delirmiş şekilde
arkamı döndüm. Kahin, kocaman sırıtışıyla oradaydı.
“Daha yolumuz var, tamam haklısın bu göz açıp kapama
meselesi… Biraz abarttım kabul ediyorum. Gel uyuyalım, gel yahu, senle uyumak
çok güzel.” Kahin yerde kollarını açmış beni bekliyordu ve biz, gariban bir
çadırla bulutların üstünde tam gaz yol alıyorduk. Bu kadarı fazlaydı. Bayıldım.
Ayıldığımda her yer siyahtı. Ufak tefek noktacıklar hariç
tabi. Kahin uyanmış çadırın yumuşak kapısından dışarıyı izliyordu. Gözlerimi
kırpıştırdım. Noktacık? Daha büyük açtım. Işık? Siyah? Gözlerimi ovup tekrar
baktım. Uzay? Yıldızlar? Ağzımdan küçük bir çığlık kaçtı. Nasıl toparlanıp Kahin’in
yanına gittiğimi bilemedim. Kahin her zamanki sakin gülümsemesiyle beni
karşıladı ve bez kapıyı sonuna kadar açıp beni dehşetin ortasına bıraktı. Karşımdaki
dipsiz yıldız tarlası karşısında huşuyla büzüştüm. Sonsuzdu. Korkunçtu. Titreyen
ellerimi yüzüme kapadım ve titrek bir sesle konuştum. İlk sorduğum soru beni
bile şaşırttı.
“Nasıl nefes alabiliyoruz?”
“Çok kurcalıyorsun. Rahatla. Karıştırma.” Derin bir nefes
aldı. “Bak ne kadar güzel. Taze uzay havası… Çek, çek ciğerlerine.” Kahin nefes
antrenmanı yaptırır gibi abartılı nefesler aldı. Ardından yüzüne rahatlatıcı
bir gülümseme yerleştirip elini omzuma koydu. Fakat ben elin farkına bile
varamadım. Gözlerim kocaman açık, boktan bir çadırla uzaya çıkmanın tuhaf
heyecanını yaşıyordum.
“Kahin,” dedim usulca. “Nereye gidiyoruz?”
Yaşlı adam eliyle omzumu sıktı. “Uzağa değil yahu Venüs’e,
burnumuzun dibi.”
Venüs, gezegen, uzay, çadır… Kurcalamamak en iyisiydi.
“Neden?”
“Küçük bir ziyaret diyelim. Senin şu rüyan, gerçekten
önemli gibi duruyor. Bir dostuma danışmam şart. Balık… Bunu yıllardır gören
olmamıştı.”
Balık… Yıldızlardan daha fazla ilgimi çeken kelime buydu
işte. Bakışlarımı Kahin’e çevirdim.
“Balık ne demek?”
Milyarlarca yıldıza şöyle bir baktı. Sonra sessizce
cevapladı.
“İlkel bir canlı, suda yaşayan, öyle rüyanda gördüğün gibi
bir şey fakat eski insanlar ona haddinden fazla anlamlar yüklemiş.”
“Ne gibi?”
“Dostuma sorarsın konunun uzmanı o. Zaten gelmek üzereyiz.”
Venüs’ün kusursuz yuvarlağı dipsiz uzayda seçilmeye başlamıştı.
“Dostunun adı ne?”
“Taze Mezarın Bayat Ölüsü.”
Venüs’ün kızgın kumlarına yumuşak bir iniş yaptık. Keşke yapmaz
olaydık. Cehennemin orta göbeği burasıydı. Dev bir çöl, korkunç bir sıcak… İşte sana Venüs.
Kahin burnunda biriken terle çadırın kapısını araladı,
sanırsın yüzümü alev yaladı. Berbat bir sıcak… Çadırdan dışarı adım atınca
sanki kızgın yağın içine daldık. Balığın dikenlerinden şişmiş elim zonkluyor,
kuma bata çıka yürüyen ayaklarım hissizleşiyordu. Uzaklardan yuvarlanarak gelen
garip yaratığı görene kadar kısmen kavrulmuştuk. Gözlerimi kısıp gelen tuhaf
şeye baktım. Sırtında koca bir kabuk, kısa bacaklar, kel, uzun bir kafa ve
çizgi gibi gözler… İki ayak üzerinde yürüyen bir kaplumbağaya benziyordu. Hızla
yaklaştı ve sıcak beynimizi kaynatırken önümüze kadar geldi. Boyu bacağım
kadardı.
“Merhaba,” ilk konuşan Kahin oldu. “Ben Kahin.”
Yaratığın çizgi gözleri bir anda açıldı. Kahin gülümsedi ve
isminin yaratığın üzerinde yarattığı tuhaf etkiyi keyifle izledi.
“Dostumla birlikte dünyadan geldik. Taze Mezarın Bayat
Ölüsü’yle görüşmemiz gerek ve bu çok önemli bir konu.”
“Kahin… Siz o musunuz?” Bizim dilimizi konuşuyordu.
Şaşıracak bir şey yok, ben de çadırla uçarak Venüs’e gelmiştim.
“Evet,” dedi Kahin.
Yaratık bir sevinç çığlığı attı ve kızgın kumun içinde
defalarca takla attı. Yeniden doğrulduğunda yüzü mutluluktan aydınlanmıştı.
Küçük pençeleri Kahin’in parmaklarına yapıştı.
“Yalvarırım yüzüme osurun. Bana onu bahşedin. Lütfen
torunlarıma anlatacak bir anı verin bana.”
Güneş etimizi kızartmaya devam ederken Kahin sevecen bir bakışa
baktı yaratığa ve arkasını dönüp ince bir fısırtıyla verdi istediğini. Sessiz
fısırtı, bu zevk veren türedendi. Eğer sesli, sert bir osuruk olsaydı Venüs’ün çöllerinde
güneşten önce ölüm hüküm sürerdi.
Baygın koku yüzünde dolaşırken yaratık kendinden geçti. Kumların
üzerine çuval gibi düşüp dev bir gülümsemeyle yuvarlandı.
Kahin çenesinden damlayan teri koluna silerken kendinden
geçmiş yaratığa sordu.
“Bizi Taze Mezarın Bayat Ölüsü’ne götürecek misin?”
Yaratık yattığı yerden hafifçe doğruldu. Kahkaha atar gibi
sordu.
“Parolayı biliyor musunuz?”
Parola mı? Kahin’e baktım.
“Yıllar önceki değişmediyse, evet” dedi.
Biraz daha doğruldu. “Dene şansını o zaman.” Baş döndüren
osuruğu yiyince samimileşmişti.
Kahin ağzına giren terleri püskürterek konuştu. “Sikime
macun.”
Yaratığın çizgi gözleri yeniden kocaman oldu ve bir hayret
çığlığı attı.
“Doğru!”
“Balık mı? Bunca yıl sonra ha?” Uzun bir kahkaha attı Taze
Mezarın Bayat Ölüsü. “Seninkini bulduk galiba.”
Asırlar bir yaratığa neler yapabilirdi? Bir canlı ne kadar
buruşabilirdi? Karşımdaki yaratık ölü değildi. Asla. Fakat ölmek için iyi
nedenleri vardı. Sırtındaki kabuğu hariç sümük gibiydi vücudu. Kemikleri
erimiş, eti muhallebi gibi olmuştu. Fakat gözleri bilgeliğin ateşiyle
parıldıyordu. Kahinle beni görünce yok olan kaslarından artakalanlar hafifçe
seğirdi. Küçük bir titreşim o kadar. Sonra parlak gözlerini dikip tuhaf
hikayemizi dinledi.
Yeraltındaydık. Kavuran sıcaktan kurtulmuş, aşağının kuru
serinliğiyle kendimize gelmiştik. Taze Mezarın Bayat Ölüsü’nün geniş odasında
ayakta dururken, osuruk sarhoşu yaratığın uzaklardan gelen kıkırtılarının yankılarını
dinliyorduk.
“Gel bakayım yaklaş,” dedi bana. “Şu elini göster de ben de
göreyim.”
Gösterdim.
Kemiksiz, yumuşak pençesi elimi tuttu ve gözlerini kısarak
çürümüş meyveye benzeyen kel kafasına yaklaştırdı. Diken izlerine, arada küçük
homurtular çıkararak uzun uzun baktı. Sonunda derin bir iç çekti ve birkaç
küfür fısıldayarak gözlerini elimden kaldırdı.
“Bu adam yıllardır o balığı arıyor.” Kahin’i gösterdi. “Adalete
bak onun dip köşe aradığı şey senin gibi bir geri zekalının önüne çıktı.” Yine
sessiz küfürler hem de yüzüme karşı. “Ulan şunu sıkı tutsaydın ya. Kaçırılır mı
o. Elli yıldır ortaya çıktığı yok.” Elimi tüm gücüyle ittirdi ki bu hafifçe
bırakmakla eş değerdi. “Senin eline sıçayım!”
Kahin’in gözleri parladı ve merakla sordu.
“O olduğundan emin misin?”
“Ne demek emin miyim? Ben unutmam. O çekik gözlü karının
midesini ben deştim. Daha sindirmeden hem de… Oradan çıkışını ilk ben gördüm. O
zamanlar tam değişime uğramamıştı ama dikenleri oluşmuştu. Tam sırtında! Dört
tane! Asla unutmam.” Hırıltılı bir nefes aldı. Kabuğunu dikleştirip devam etti.
“Peşini bırakmadım. Asla! Senin çükünün peşinde bir ömür geçirdim. Tamam,
kabul, senin o baygın osuruğun beni hayatta tutuyor. Fakat ben vefa nedir
bilirim. Yapılan iyilikleri unutmam. Bunları bir doz osuruk için değil, dostum
olduğun için yaptım.”
Kahin sessizce tısladı.
“Biliyorum.” Hayal kırıklığı yüzünden akıyordu.
“Siz insanlar garip yaratıklarsınız. Ulan balığı çüke
benzeten başka bir ırk olur mu yahu?” Kahkahaları Venüs’ün yeraltı dehlizlerinde
yankılandı. “Ama Kahin,” diye devam etti. “Dünyalıların en tuhafı sensin. Yıllar
önce, rüyalar gerçek olsa dedin. Oldu. Ama hayat işte, nefesinin kuvveti çüküne
mal oldu. Fakat iyi de kullandın bu rüya işini ha. Ulan çadır uçar mı hiç?
Uçtu. Uzayda fink attın. Oradan oraya dolaştın. Osuruğunu satıp itibar satın
aldın. Sağ bacak hikayesini anlatıp tüm yaratıkları korkuttun, biz de dahil. Sanki
tüm galaksinin kaderi senin sağ bacağını kaldırıp osurmana bağlı. Bundan hala
emin değilim ve öğrenmek de istemiyorum.” Dalgın dalgın baktı. “Ah Kahin
çükünün peşinde bir ömür harcadın. Ben de seninle tabi. Şu salak rüyasında
balık gördü diye kalktın buralara geldin. Şu beyinsiz onu tutsa şimdi kaybolan
gençliğini yaşayacaktın. Şunun tipine bak. Senin tipine sıçayım, beceriksiz
ibne.”
Kahin’in donuk bakışları üzerimde gezindi. Buz gibiydi.
Etimi deldi bu bakışlar. Tepeden tırnağa süzüp, çükümde takılı kaldı
dehşetengiz gözleri. Taze Mezarın Bayat Ölüsü yılan gibi tısladı.
“Bence bunu hak ediyor Kahin.” Peltemsi ağzını büzüp irkilten
fısıltısını kulaklarıma yaydı. “Hak ediyor bunu.”
Hatırladığım son şey Kahin’in dehşet saçan gözleriydi.
Sonrasıysa, sonrasını hiç sormayın.
Acı, ızdırap, keder…
Gözlerimi sonsuz bir acıyla açtım. Kan vardı. Üstünde yattığım
otlar kızıla boyanmış, kasıklarım ızdrabımın merkezi olmuştu. Etrafıma baktım.
Ağaçlar… Ormana benziyordu burası. Venüs? Değil. Dünya? Bilemedim. ÇADIR
NEREDE? KAHİN? Çığlık atmak istedim, atamadım. Elimi kasıklarıma götürüp
kocaman bir boşluğu avuçlayınca, kahkahayla karışık bir böğürtü koyuverdim. Ormanda
sesimin kaba yankıları döndü. Sonra onlar da sustu.
Bulut
TAR
Tanaşa
Temmuz
2013