16 Temmuz 2013 Salı

KAHİN'İN KAYBETTİKLERİ



“Islaktı, evet ve kaygan.”
Sabırsızca konuştum. Uyanalı on dakika olmuştu ve kafamdaki detaylar birer birer siliniyordu. Koşmuştum. Çadıra ulaşana kadar tabanlarım şişmişti. Kalbim boğazımda atıyor, Kahin’in yarım açık kırmızı gözlerine bakıp, şişen ellerimi gösterirken ciğerlerim hırıldıyordu. Ne tesadüf o da yeni uyanmıştı.
“Dikenleri vardı üstünde, tuttum ama kaçıp gitti, hem de baloncuklar çıkararak!” Baygın bakan gözleri moraran avucumu süzdü.
“Battı! Hem de kemiğime kadar. Dikenlerin izleri var elimde. Bak, bak…” Elimi yaşlı adamın burnuna kadar soktum.
Kahin sol bacağını kaldırıp sessizce osurdu. Tilki osuruğu gibi sakin, ince bir sesti bu. Bir an dehşetle bacağına baktım. Sol bacak… Derin bir iç çektim ve baygın koku ciğerlerimi doldururken ister istemez rahatladım. Çünkü herkes bilirdi ki, eğer sağ bacağını kaldırsaydı, tüm erkek çocuklar ölür, hayvanlar çatlar, kadınlar kan işer, erkekler taş sıçar… Kısacası lanet üzerimize yağardı. Neyse ki uzun yıllardır kalkmıyordu o bacak.
Koku yavaşça dağılıp çadırın zeminine çökerken Kahin elime dikkatle baktı.
“Olur böyle şeyler,” dedi sakince ve kasıklarını kaşıdı. “Ben de senin yaşlarındayken bir rüya görmüştüm. Kalın dudaklı, şehvet düşkünü bir kadın şeyimi yalarken koparıp yutmuştu.” Tıslar gibi güldü. “Unutmadan, çekik gözlüydü orospu.” Ellerini iki yana açtı. “O günden beri onu arıyorum.”
“Kadını mı?”
“Çükümü, salak” dedi ve yüzüme sessizce sayıp sövdü.
Ağzının içinde gevelediklerini yarım yamalak da olsa duydum. Ne altım kaldı ne üstüm. Kahin böyleydi işte. İnsanın yüzüne küfür eder sonra da hiçbir şey olmamış gibi gülümserdi. Sövme faslını bitirince rahatladı ve her zamanki sakin sesiyle konuştu.
“Bana rüyanı anlat ama detayları atlama. Kaç diken battı avucuna?”
“Dört.”
Gece rüzgarı çadırın bezden duvarlarını şişirirken, gözlerini kapatıp fısır fısır hesap yapmaya koyuldu. Hesaplarını tamamlayıp, fısıltıları durulunca kedi gibi esnedi. Gözlerini açıp usulca sordu.
“Neye benziyordu?”
Rüyanın anıları gittikçe silikleşiyordu. Gözlerimi sıkıca yumdum ve tüm gücümü toplayıp düşündüm. Evet, ıslaktı, kaygandı, dikenleri vardı… Fakat başka? Gözler, evet!
“Gözleri vardı. İki tane. Garip kum rengiyle kızıl karışık, uzun bir vücudu, pörtlek, göz kapaksız iki gözü…”
“Balık diye bir şey duydun mu?” diye sözümü kesti Kahin.
“Hayır. O ne demek?”
“Gel, gel.” Kahin çadırın tozlu zeminine uzandı. “Gel yanıma yat.”
Çadırın loş ışığında yerde yatan yaşlı adama boş boş baktım. Pelte gibi yayılmış bana bakıyordu.
“Balık ne demek?”
“Başlatma balığına. Yanıma yat dedim sana.”
Yattım.
Yer buz gibiydi. Zemine çökmüş bayat osuruk kokusu genzimi tırmalarken, Kahin’in kemikli kolları vücuduma dolandı. Ses etmedim ama üstümden geçen hafif titremeye de engel olamadım. Yaşlı adam kıkırdadı.
“Ulan çüküm bile yok. Neden korkuyorsun geri zekalı?”
 Kahin’i kızdırmak cüret edebileceğim bir şey değildi. Kuvvetli bir nefesi, nefesinden kuvvetli osuruğu vardı. O kızışık koku kimini öldürür, kimine zevk verir, kiminiyse bağımlı yapardı. Kaç bahtsız o keskin kokunun müptelası olmuştu, kim bilir? Susup soğuk zeminde Kahin’in kolları arasında büzüştüm. Beni iyice sıkıp kulağıma fısıldadı. Nefesi gül kokmuyordu.
“Küçük bir ziyaret hepsi o kadar. Rahatla kuzucuk gözlerini kapa, açtığında oradayız.”
Kapadım ve Kahin’le sarmaş dolaş rahatsız bir uykuya daldım. Dalmadan önce aklımda tek bir soru vardı.
“Balık da ne ulan?”

Rüzgarın ıslığı ve zemine çökmüş yılların osuruğu…
Rüzgar çadır bezini hırpalayıp garip sesler çıkarırken gözlerimi araladım. Hava aydınlanmıştı. Kolları belimde, kafası omzumda, tek bacağı kalçamda öylece uyuyordu Kahin. Kene gibi yapışmıştı bana. Hafifçe doğrulup buruşmuş suratına baktım. Ağzı açıktı. Süt beyazı salyası ağzından omzuma akıyor, hırıltılı nefesi boynumu gıdıklıyordu. Omzumda oluşan beyaz birikintiye baktım. Midem kalktı.
Uyandırmadan, usulca kurtuldum kollarından. Ayağa kalkıp sessiz adımlarla çadırın bezden kapısına gittim. Keşke gitmeseydim. Keşke bunak Kahin’in kollarında uyuyup salyasının omzumdan göğsüme akmasına izin verseydim. Keşke hiç çadıra gelmeseydim. Keşke Kahin’i hiç tanımasaydım. UÇUYORDUK. Çadır bulutların üstündeydi. Bez kapıyı aralamamla kapamam bir oldu. Delirmiş şekilde arkamı döndüm. Kahin, kocaman sırıtışıyla oradaydı.
“Daha yolumuz var, tamam haklısın bu göz açıp kapama meselesi… Biraz abarttım kabul ediyorum. Gel uyuyalım, gel yahu, senle uyumak çok güzel.” Kahin yerde kollarını açmış beni bekliyordu ve biz, gariban bir çadırla bulutların üstünde tam gaz yol alıyorduk. Bu kadarı fazlaydı. Bayıldım.

Ayıldığımda her yer siyahtı. Ufak tefek noktacıklar hariç tabi. Kahin uyanmış çadırın yumuşak kapısından dışarıyı izliyordu. Gözlerimi kırpıştırdım. Noktacık? Daha büyük açtım. Işık? Siyah? Gözlerimi ovup tekrar baktım. Uzay? Yıldızlar? Ağzımdan küçük bir çığlık kaçtı. Nasıl toparlanıp Kahin’in yanına gittiğimi bilemedim. Kahin her zamanki sakin gülümsemesiyle beni karşıladı ve bez kapıyı sonuna kadar açıp beni dehşetin ortasına bıraktı. Karşımdaki dipsiz yıldız tarlası karşısında huşuyla büzüştüm. Sonsuzdu. Korkunçtu. Titreyen ellerimi yüzüme kapadım ve titrek bir sesle konuştum. İlk sorduğum soru beni bile şaşırttı.
“Nasıl nefes alabiliyoruz?”
“Çok kurcalıyorsun. Rahatla. Karıştırma.” Derin bir nefes aldı. “Bak ne kadar güzel. Taze uzay havası… Çek, çek ciğerlerine.” Kahin nefes antrenmanı yaptırır gibi abartılı nefesler aldı. Ardından yüzüne rahatlatıcı bir gülümseme yerleştirip elini omzuma koydu. Fakat ben elin farkına bile varamadım. Gözlerim kocaman açık, boktan bir çadırla uzaya çıkmanın tuhaf heyecanını yaşıyordum.
“Kahin,” dedim usulca. “Nereye gidiyoruz?”
Yaşlı adam eliyle omzumu sıktı. “Uzağa değil yahu Venüs’e, burnumuzun dibi.”
Venüs, gezegen, uzay, çadır… Kurcalamamak en iyisiydi.
“Neden?”
“Küçük bir ziyaret diyelim. Senin şu rüyan, gerçekten önemli gibi duruyor. Bir dostuma danışmam şart. Balık… Bunu yıllardır gören olmamıştı.”
Balık… Yıldızlardan daha fazla ilgimi çeken kelime buydu işte. Bakışlarımı Kahin’e çevirdim.
“Balık ne demek?”
Milyarlarca yıldıza şöyle bir baktı. Sonra sessizce cevapladı.
“İlkel bir canlı, suda yaşayan, öyle rüyanda gördüğün gibi bir şey fakat eski insanlar ona haddinden fazla anlamlar yüklemiş.”
“Ne gibi?”
“Dostuma sorarsın konunun uzmanı o. Zaten gelmek üzereyiz.” Venüs’ün kusursuz yuvarlağı dipsiz uzayda seçilmeye başlamıştı.
“Dostunun adı ne?”
“Taze Mezarın Bayat Ölüsü.”

Venüs’ün kızgın kumlarına yumuşak bir iniş yaptık. Keşke yapmaz olaydık. Cehennemin orta göbeği burasıydı. Dev bir çöl, korkunç bir sıcak…  İşte sana Venüs.
Kahin burnunda biriken terle çadırın kapısını araladı, sanırsın yüzümü alev yaladı. Berbat bir sıcak… Çadırdan dışarı adım atınca sanki kızgın yağın içine daldık. Balığın dikenlerinden şişmiş elim zonkluyor, kuma bata çıka yürüyen ayaklarım hissizleşiyordu. Uzaklardan yuvarlanarak gelen garip yaratığı görene kadar kısmen kavrulmuştuk. Gözlerimi kısıp gelen tuhaf şeye baktım. Sırtında koca bir kabuk, kısa bacaklar, kel, uzun bir kafa ve çizgi gibi gözler… İki ayak üzerinde yürüyen bir kaplumbağaya benziyordu. Hızla yaklaştı ve sıcak beynimizi kaynatırken önümüze kadar geldi. Boyu bacağım kadardı.
“Merhaba,” ilk konuşan Kahin oldu. “Ben Kahin.”
Yaratığın çizgi gözleri bir anda açıldı. Kahin gülümsedi ve isminin yaratığın üzerinde yarattığı tuhaf etkiyi keyifle izledi.
“Dostumla birlikte dünyadan geldik. Taze Mezarın Bayat Ölüsü’yle görüşmemiz gerek ve bu çok önemli bir konu.”
“Kahin… Siz o musunuz?” Bizim dilimizi konuşuyordu. Şaşıracak bir şey yok, ben de çadırla uçarak Venüs’e gelmiştim.
“Evet,” dedi Kahin.
Yaratık bir sevinç çığlığı attı ve kızgın kumun içinde defalarca takla attı. Yeniden doğrulduğunda yüzü mutluluktan aydınlanmıştı. Küçük pençeleri Kahin’in parmaklarına yapıştı.
“Yalvarırım yüzüme osurun. Bana onu bahşedin. Lütfen torunlarıma anlatacak bir anı verin bana.”
Güneş etimizi kızartmaya devam ederken Kahin sevecen bir bakışa baktı yaratığa ve arkasını dönüp ince bir fısırtıyla verdi istediğini. Sessiz fısırtı, bu zevk veren türedendi. Eğer sesli, sert bir osuruk olsaydı Venüs’ün çöllerinde güneşten önce ölüm hüküm sürerdi.
Baygın koku yüzünde dolaşırken yaratık kendinden geçti. Kumların üzerine çuval gibi düşüp dev bir gülümsemeyle yuvarlandı.
Kahin çenesinden damlayan teri koluna silerken kendinden geçmiş yaratığa sordu.
“Bizi Taze Mezarın Bayat Ölüsü’ne götürecek misin?”
Yaratık yattığı yerden hafifçe doğruldu. Kahkaha atar gibi sordu.
“Parolayı biliyor musunuz?”
Parola mı? Kahin’e baktım.
“Yıllar önceki değişmediyse, evet” dedi.
Biraz daha doğruldu. “Dene şansını o zaman.” Baş döndüren osuruğu yiyince samimileşmişti.
Kahin ağzına giren terleri püskürterek konuştu. “Sikime macun.”
Yaratığın çizgi gözleri yeniden kocaman oldu ve bir hayret çığlığı attı.
“Doğru!”

“Balık mı? Bunca yıl sonra ha?” Uzun bir kahkaha attı Taze Mezarın Bayat Ölüsü. “Seninkini bulduk galiba.”          
Asırlar bir yaratığa neler yapabilirdi? Bir canlı ne kadar buruşabilirdi? Karşımdaki yaratık ölü değildi. Asla. Fakat ölmek için iyi nedenleri vardı. Sırtındaki kabuğu hariç sümük gibiydi vücudu. Kemikleri erimiş, eti muhallebi gibi olmuştu. Fakat gözleri bilgeliğin ateşiyle parıldıyordu. Kahinle beni görünce yok olan kaslarından artakalanlar hafifçe seğirdi. Küçük bir titreşim o kadar. Sonra parlak gözlerini dikip tuhaf hikayemizi dinledi.
Yeraltındaydık. Kavuran sıcaktan kurtulmuş, aşağının kuru serinliğiyle kendimize gelmiştik. Taze Mezarın Bayat Ölüsü’nün geniş odasında ayakta dururken, osuruk sarhoşu yaratığın uzaklardan gelen kıkırtılarının yankılarını dinliyorduk.
“Gel bakayım yaklaş,” dedi bana. “Şu elini göster de ben de göreyim.”
Gösterdim.
Kemiksiz, yumuşak pençesi elimi tuttu ve gözlerini kısarak çürümüş meyveye benzeyen kel kafasına yaklaştırdı. Diken izlerine, arada küçük homurtular çıkararak uzun uzun baktı. Sonunda derin bir iç çekti ve birkaç küfür fısıldayarak gözlerini elimden kaldırdı.
“Bu adam yıllardır o balığı arıyor.” Kahin’i gösterdi. “Adalete bak onun dip köşe aradığı şey senin gibi bir geri zekalının önüne çıktı.” Yine sessiz küfürler hem de yüzüme karşı. “Ulan şunu sıkı tutsaydın ya. Kaçırılır mı o. Elli yıldır ortaya çıktığı yok.” Elimi tüm gücüyle ittirdi ki bu hafifçe bırakmakla eş değerdi. “Senin eline sıçayım!”
Kahin’in gözleri parladı ve merakla sordu.
“O olduğundan emin misin?”
“Ne demek emin miyim? Ben unutmam. O çekik gözlü karının midesini ben deştim. Daha sindirmeden hem de… Oradan çıkışını ilk ben gördüm. O zamanlar tam değişime uğramamıştı ama dikenleri oluşmuştu. Tam sırtında! Dört tane! Asla unutmam.” Hırıltılı bir nefes aldı. Kabuğunu dikleştirip devam etti. “Peşini bırakmadım. Asla! Senin çükünün peşinde bir ömür geçirdim. Tamam, kabul, senin o baygın osuruğun beni hayatta tutuyor. Fakat ben vefa nedir bilirim. Yapılan iyilikleri unutmam. Bunları bir doz osuruk için değil, dostum olduğun için yaptım.”
Kahin sessizce tısladı.
“Biliyorum.” Hayal kırıklığı yüzünden akıyordu.
“Siz insanlar garip yaratıklarsınız. Ulan balığı çüke benzeten başka bir ırk olur mu yahu?” Kahkahaları Venüs’ün yeraltı dehlizlerinde yankılandı. “Ama Kahin,” diye devam etti. “Dünyalıların en tuhafı sensin. Yıllar önce, rüyalar gerçek olsa dedin. Oldu. Ama hayat işte, nefesinin kuvveti çüküne mal oldu. Fakat iyi de kullandın bu rüya işini ha. Ulan çadır uçar mı hiç? Uçtu. Uzayda fink attın. Oradan oraya dolaştın. Osuruğunu satıp itibar satın aldın. Sağ bacak hikayesini anlatıp tüm yaratıkları korkuttun, biz de dahil. Sanki tüm galaksinin kaderi senin sağ bacağını kaldırıp osurmana bağlı. Bundan hala emin değilim ve öğrenmek de istemiyorum.” Dalgın dalgın baktı. “Ah Kahin çükünün peşinde bir ömür harcadın. Ben de seninle tabi. Şu salak rüyasında balık gördü diye kalktın buralara geldin. Şu beyinsiz onu tutsa şimdi kaybolan gençliğini yaşayacaktın. Şunun tipine bak. Senin tipine sıçayım, beceriksiz ibne.”
Kahin’in donuk bakışları üzerimde gezindi. Buz gibiydi. Etimi deldi bu bakışlar. Tepeden tırnağa süzüp, çükümde takılı kaldı dehşetengiz gözleri. Taze Mezarın Bayat Ölüsü yılan gibi tısladı.
“Bence bunu hak ediyor Kahin.” Peltemsi ağzını büzüp irkilten fısıltısını kulaklarıma yaydı. “Hak ediyor bunu.”
Hatırladığım son şey Kahin’in dehşet saçan gözleriydi. Sonrasıysa, sonrasını hiç sormayın.

Acı, ızdırap, keder…
Gözlerimi sonsuz bir acıyla açtım. Kan vardı. Üstünde yattığım otlar kızıla boyanmış, kasıklarım ızdrabımın merkezi olmuştu. Etrafıma baktım. Ağaçlar… Ormana benziyordu burası. Venüs? Değil. Dünya? Bilemedim. ÇADIR NEREDE? KAHİN? Çığlık atmak istedim, atamadım. Elimi kasıklarıma götürüp kocaman bir boşluğu avuçlayınca, kahkahayla karışık bir böğürtü koyuverdim. Ormanda sesimin kaba yankıları döndü. Sonra onlar da sustu.


Bulut TAR
Tanaşa
Temmuz 2013

10 Temmuz 2013 Çarşamba

YANLIŞ YARATIK



Bana bal kokan şaraplarından sundular. Elimin tersiyle ittim. O soytarı kılıklı kambur cüce önce dişlerini sıktı, sonra da kendi dilinde küfürler ederek şarabı kaldırdı masadan. Bu davranışı kafama not edip oturduğum kaya parçasına iyice yayıldım ve dev baltamın sapını okşayarak cücenin pis, sarı gözlerine baktım. Toprağın altında otuz gün kalmış porsuk gibiydi. Pis, yağlı, dişlek... Bakışlarımı yakalayınca, dudaklarını aralayıp uzun ön dişlerini gösterdi ve arkasını dönüp yeri delercesine yürüdü. Bir kaç saniye sonra hanın arka tarafında bir kapı sertçe çarptı.
Bana sinirlendi! Yıllardır aynı tepkiler, hiç değişmezdi. Derin bir iç çektim ve mesleğime ağzımın içinden okkalı bir küfür savurdum. Şu anda evimde oturmuş o pis cücenin elinin değmediği, bal kokmayan bir şarap içiyor olabilirdim. Fakat para... Kuşkusuz kendisi evde içilen şaraptan daha tatlıydı.
Gülümsedim. Sinsi cüce kıvama gelmişti, artık başlayabilirdim. Şimdi binlerce kez yaptığım şeyi tekrarlamam gerekiyordu. Prosedürler... Bu benim için artık ibadet gibiydi. Önce derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım ve sonra çıt sesini duyana kadar baş parmağıma sertçe bastırdım. Ah! İşte en sevdiğim an burasıydı. Çıt! Ve sonra baş parmağımdan başlayan o tatlı uyuşukluk... Gıdıklayan, kaşındıran, uyuşturan o büyülü titreşim... Parmağımdan elime, oradan da tüm vücuduma yayılıyordu. Ayaklarıma ulaştı, kasıklarımı okşadı, göbeğimi yaladı, meme uçlarımla tarifsiz oyunlar oynadı... Fakat gözlerime geldiğinde dişlerimi sıkıp, burnumdan solutan o meşhur yanma tüm keyfimin içine etti yine. Korkunç bir acı... Her zaman olurdu bu. Sanki gözlerimi kızgın bıçaklar oyardı. İki parmağımı göz kapaklarımın üzerine koyup hafifçe ovdum. O yavşak mühendisler buna yıllardır çare bulamamışlardı. Yanan kendi gözleri olsaydı, farklı olurdu tabi. Orospu çocukları.
İşlem tamamdı. Titreşim bitmiş, gözlerimin yanması ardında garip bir zonklama bırakarak yok olmuştu. Dişlerimin arasında ince bir nefes verdim ve gözlerimi yavaşça açtım. Silik ışık, pis masalar, basık tavan... Hanın görüntüsü aynıydı fakat artık bu manzarayı gören yalnızca ben değildim. Çeneme doğru fısıltıyla konuştum.   
“Görüntü net mi?”
“Evet,” Heyet Başkanı’nın pürüzsüz sesi kulaklarımda dolaştı. “Fakat biraz etrafa bak. Nasıl bir yer olduğunu hepimiz merak ediyoruz.”
Baktım. Gözlerimi hanın her köşesinde gezdirdim.
“Gözlerini kırpmadan lütfen.”
Beynim karıncalandı. Ensemdeki tüyler dikleşti. Bu tip laflar mesleğimin bir parçasıydı ama alışamıyordum işte. İçimden küfürlerin en ağırını ettim. Ardından derin bir nefes alıp tıslar gibi konuştum.   
“Sayın Başkan, eğer hazırsanız işimize başlayabiliriz.”
Kulaklarıma birkaç hayret mırıltısı geldi. Heyet üyeleri bu tip ilkel yerleri gördüklerinde hep aynı tepkiyi verirlerdi. Acımayla korku arası bir şey. Yüzümü nefretle buruşturdum. Buradan çok uzakta, gezegenimizdeki rahat koltuklarda oturup, bir şeylere acımak ne kadar kolaydı. Birkaç saniyelik sessizlikten sonra Başkan konuştu.
“Başlayalım.”

Başladım.
Baltamın sapını sıkıca kavradım ve hırıltılı bir sesle konuştum.
“O cüceyi hemen buraya getirin.” Birkaç günlük gözlemin ardından Tapgoro’nun gariban dilini öğrenmek benim için kolay olmuştu.
Tapgoro... Burada yaşayan cüce ırkın dünyalarına verdiği ad buydu işte ve ziyaret listemde bunun gibi yirmi tane daha gezegen vardı. İlkel, yabani ve tekinsiz gezegenlerdi bunlar. Kanın su gibi içildiği, zevk için kellelerin koparıldığı türden yerler. Zekanın az, vahşetin bol olduğu dünyalar. Can güvenliğim mi? Güldürmeyin beni. Vahşiler gibi uluyup dev baltamı savurduğum zaman kimse bana ilişemezdi.
Handa küçük bir kargaşa yaşandı. Çarpan kapıların sesleri arasında bazı cüceler şiddetle tartışıyor ve bu curcunayı benim gözlerimden izleyen heyet üyeleri yapacağım açıklamaları bekliyorlardı.
“Sayın Üyeler,” diye başladım söze. “Tapgoro halkı beni son derece misafirperver bir şekilde karşıladı. Handaki en güzel masayı verip, en özel şaraplarını sundular. Tabi baltamın da etkisi var bu ikramlarda fakat...”
“Bize verdikleri tepkileri anlat.” Konuşan Başkandı.
“Öfke ve biraz küfür.  Yapılan ikramları her zaman ki gibi geri çevirdim. Fakat ikramı yapan kambur Tapgorolu önce küfürler etti, ardından şarabı masadan kaldırıp yanımdan öfkeyle uzaklaştı. Gördüğünüz odadan ayrılmadan önce benimle göz göze gelip dişlerini gösterdi. Sayın Üyeler biliyorsunuz bu ilkel ırklarda bir tür tehdit veya saldırganlık belirtisidir.”
Söylediklerimi sindirdikten sonra Başkan tüm üyeler adına konuştu.
“Senden ahlaki bir sorgulama istiyoruz. Biliyorsun saldırganlık bu seviyedeki ırkların hepsinde vardır. Bizim için önemli olan ahlaki değerleri. Kriterlerimize uygunluğunu öğrenmemiz lazım. O yüzden zorla onu. En sorulmayacak soruları sor. Aile kavramlarıyla başla mesela. Neyse sen benden daha iyi biliyorsun zaten. Adamımız geliyor bir an önce halledelim bu işi.”
Heyet Başkanı konuşmasını bitirdiğinde, sarı gözleri, kambur duruşuyla Tapgorolu cüce masamın önüne kadar gelmişti. Sakinleşmiş görünüyor ve bir gözü baltamda, önümde dikiliyordu.
İrice bir kaya parçasını göstererek konuştum.
“Lütfen otur.”
Oturdu. Kibar konuşmam yaratığı iyice uysallaştırmıştı.
“Bir adın var mı?”
“Garohi” Sesi kapı gıcırtısı gibiydi.
“Pekala Garohi öncelikle şarap olayı için kusura bakma, seni kırmak istememiştim.”
Gözleriyle onayıp, “Sorun değil” dedi.
Yüzlerce ırkla yapmıştım bu muhabbeti. Asırlardır değişmeyen taktiğimiz, önce kızdır sonra özür dile. Heyet bu konuda çok hassastı, çünkü türlerin verdiği ilk tepkiler onlar için paha biçilemezdi. Ayrıca bu teknikle yaratıkların affetme gibi bir refleksi olup olmadığını da değerlendirme şansları oluyordu. Garohi’nin gözlerine baktım. Tamamen yatışmıştı. Artık başlayabilirdim.
“Bir ailen var mı Garohi?” Tapgorolu cüce etrafına baktı. Gözleri yan masalarda oturan türdeşleriyle buluştu.
“Yok.”
“Peki hiç oldu mu?” Boş baktığını görünce açıkladım. “Yani annen, baban, seni hayata getirenler.”
“Hiç görmedim.”
Şu ana kadar iyi gidiyordu. Kısa ama yeterli cevaplar. Heyetin keyifli onaylamaları kulağımı gıdıklarken devam ettim.
“Bir karın, bir eşin var mı?”
Yine etrafına bakıp hafifçe kıkırdadı. “Tapgoro’daki tüm dişiler benim karımdır.” Bütün masalar gülüştüler. “Fakat eşim derken neyi kast ettiğini anlamadım.”
Başkan’ın heyecanlı sesi kulağımı tırmaladı.
“Bunun üstüne git.”
Etrafa uymak için ben de hafifçe sırıttım. Sonra boğazımı temizleyip devam ettim.
“Eşten kastım, hayatını birlikte sürdürdüğün bir kadın. Birlikte yaşadığın, çocuk yaptığın... Yani aile, Garohi.”
Sarı gözleri şaşkınlıkla açıldı. “Bir kadınla mı? Gezegenin tüm kadınları varken neden bir kadınla yaşayayım. Hem de uzun süre.” Derin bir nefes alıp gıcırtılı sesiyle devam etti. “Üremekten bahsediyorsun. Üreyip birlikte yaşamaktan.” Şekilsiz parmakları kafasını ovuşturdu. “O senin dediğinden bizde yok.”
“Peki siz nasıl yapıyorsunuz?” Heyet üyeleri nefes bile almadan dinliyorlardı.
“Biz çiftleşiriz,” dedi Garohi. “Ama sadece hoşumuza gittiği için. Üremek dişilerin sorunudur. Onlar da doğururlar ama sonra hayatlarına devam ederler. Doğan çocuk da kendi kendine büyür. Hepimiz böyle büyüdük.” Etraftan onaylayan sesler geldi. “Başka bir şekli var mı ki?”
Cevap almak istediğim konulara yavaş yavaş geliyorduk.
“Çiftleşmek dedin Garohi. Bunu beğendiğin bir dişiyle mi yaparsın yoksa senin için fark etmez mi?”
Garohi bir an düşündü. “Aslında beğendiğimle yapmak tercimdir ama olmasa da olur.”
Heyet Üyelerinin nefeslerini kulaklarımda hissedebiliyordum, çok önemli bir noktaya gelmiştik.
“Peki,” dedim. “Senin beğendiğin bir dişi başka bir Tapgoroluyla çiftleşirse ne hissedersin veya ne yaparsın?”
Garohi oturduğu taştan kalktı ve hanın tozlu zemininde ileri geri yürümeye başladı. Yürüdükçe küçük bir toz bulutu da onu izliyordu. Yan masalardaki meraklı bakışlara aldırmadan döndü ve burnumun dibine kadar geldi. Yani kambur bir cüce benim burnuma ne kadar gelebilirse. Öfkeyle kısılmış gözlerini gözlerime dikip tıslamayla karışık bir gıcırtıyla konuştu.
“Gözlerini oyarım.” Bir an handa kusursuz bir sessizlik oldu. Sanki herkes bu anı bekliyordu. Etrafına bakan kambur yaratığın yüzünde alaylı bir sırıtma belirdi.
GÜM!!!
Kulağım şiddetle çınladı. Ben avcumla kulağıma bastırıp ne olduğunu anlamaya çalışırken boğuk bir patlama sesi daha geldi. Birkaç çığlık ve ateşin korkunç harlaması... Garohi’nin gülümsemesi genişliyordu. Öksürüklerin arasından nefes almaya çalışanların irkilten sesleri... Garohi’nin sivri dişleri ortaya çıkıyordu. Başkanın dehşetli sesi beynimde çınlarken avcumu iyice  kulağıma bastırdım.
“Durun! Öldürme DUUUUURR!!!”
GÜM!!!
Patlama Başkanın sesini bıçak gibi kesti.
Gözlerim Garohi’nin çarpık sırıtışına bakarken çiğ korku ensemi  tırmalayıp soğuk terleri sırtım boyunca akıttı.
Garohi hala gözlerimin içine bakıyordu, yüzünde kin, gözlerinde nefretle... Fakat konuştuğunda sesi sakindi.
“İstila başlamıştır. Tapgorolu askerlerim, ölmemiş tüm Heyet Üyelerini bana doğru çevirin.” Kulaklarımda gıcırtılı sesler emirler yağdırıyor, Üyelerin çaresiz hıçkırıkları onlara eşlik ediyordu.
“Hazırız Efendim!” Yüksek perdeden gıcırdadı yaratık.
“Hazırlarmış.” Elimde olmadan tekrarladım.
Garohi gözlerinden nefret kusarak konuşmaya başladı.
“Siz kim oluyorsunuz da beni sorguluyorsunuz?” Bizim dilimizi konuşuyordu. Bu kambur ucube bizim dilimizi konuşuyordu. Beynim uyuşmaya başladı. “Çok mu zekisiniz, geri zekalılar? Milyonlarca yıl sonra uzaya adım attınız, hemen köle arıyorsunuz ha? Hem de Tapgoro’da...” Bir yılan gibi güldü. “Siz tarih bilmez misiniz ha? Sizler daha mızrakla geyik avlarken biz galakside cirit atıyorduk. Adını bile duymadığınız yüzlerce imparatorluğun kökünü kazıdık biz. Nankör ibneler! Dünyanızdaki dinozor belasının kökünü biz kuruttuk be. Çok övündüğünüz o insanlığı kurtaran meteoru benim atalarım gönderdi. Neden? Çünkü zeki ırkların yaşamına saygı gösterdik.”
Uyuşmuştum. Üyelerin ne halde olduklarını ise beynimde dönen kesik hıçkırıkları anlatıyordu. Elim baltama uzandı fakat iki cüce onu alıp hanın öbür ucuna götürmüştü bile. Başka bir tanesi de başıma garip bir nesne tutuyordu. Garohi bu sefer gerçekten bana baktı.
“Kıpırdamasan iyi olur.” Masanın üzerinden uzanıp yamuk yumuk pençesiyle yakama yapıştı. “Şimdi gözlerini kocaman aç da oradakiler beni iyi görsün.”
Açtım.
Garohi beni iyice kendine çekti ve gözlerini gözlerime sokup kükredi.
“YAKIN ORAYIIIIIII!!!!!!”
Kulaklarım kapı gıcırtısını andıran milyonlarca çığlıkla yırtıldı. Beynimin içi savaş meydanı gibi kaynarken, birkaç saniye sonra patlayan bombalar savaş çığlıklarına karıştı. Parçalanan insanlardan çıkan ürkünç çatırtılar... Alevlerin yuttuğu insanlık... Ölüm beynimin içinde kol geziyordu. Baş parmağıma serçe bastırıp bu işkenceyi bitirdim. Sessizlik huzur getirdi mi? Asla.
Garohi hala bana bakıyordu. Sarı gözlerine bakarak umutsuzca sordum.
“Nasıl yaptınız?”
Garohi son derece basit bir cevap verdi. “Eskilerin yardımıyla.” Gülümsedi. “Her şey istediğin gibi gidiyordu, dimi? Cevaplarım? İtiraf etmeliyim rolümüze iyi çalıştık.” Handaki tüm cüceler kahkaha attı. “Üzgünüm insan dostum sana yalan söyledim, çok kuvvetli aile bağlarımız vardır.” Duraksadı ve handaki tüm cücelere baktı. “Vücutlar ölür ama biz beyinleri muhafaza ederiz. Sonra da onlar akıl danışır, yolumuzu öyle çizeriz, bilirsin tecrübe önemlidir. Bu istilayı kim planladı biliyor musun?”
Cevabımı beklemeden konuştu.
“Dinozorların canına okuyan Tapgorolu. Nedense sizlere karşı garip bir ilgisi var. Fakat son birkaç yüzyılda yaptığınız köleleştirmeler onu bile hayal kırıklığına uğrattı. Size olan güvenini tamamen yitirdi. Dünyanın geleceği için bu sefer sizin yok olmanız gerektiğini düşünüyor. Bana en son konuşmamızda ne dedi biliyor musun? “Asırlar önce galiba yanlış yaratığı öldürdüm.””
Masalardaki cücelerin hepsi ayaklanmaya başladı.
“Bu sefer dünyadaki köle ırklara bir şans vermeyi düşünüyor. Umarım bu doğru karardır.”
Arkasını dönüp yürümeye başladı. Handaki tüm Tapgorolular da peşinden. Donmuş bir şekilde paytak yürüyüşlerini seyrettim. Bal kokan şarapları yapan, soytarı kılıklı kambur cüceler yavaşça uzaklaşıyorlardı. Garohi handan çıkmadan arkasını döndü.
“Dünyana dönebilirsin,” diye gıcırdadı. “Tabi köle ırklar seni orada yaşatırsa.”

 Bulut TAR
Temmuz 2013

5 Temmuz 2013 Cuma

"ZAFER"


Saba rüzgarlarına sordum onları bir haber getirirler diye bana
“Haberi ne yapacaksın?” dedi saba rüzgarı bana
                                                                                     İbn Arabi


İnsanların Dünya’da isyan edeceklerini düşündükleri son şey isyan ettiğinde, medeniyet çoktan galaksinin tenha köşelerine yayılmıştı. Dünyanın büyüleyicilik konusunda artık sıradan bir resimden hallice etkileyici olan büyük mavi kütlesi Ay’daki 1. Bölge Medeniyetler İttifakı’nın(Yaşam Gemimizdir) cam kubbesinden görünüyordu. Çürümüş etin içindeki kurtçuklar gibi kendi ışıklarıyla yanan milyonlarca yıldızın kımıltısına bir an bile bakmayan bir adam elleri cebinde volta atıyordu. Bu sıkıntılı ruh Saygın 1. Üye Abil Rasim Jordan V’ill Rahman’dı. Yeryüzünde parayla satın alınabilecek en iyi eğitimi tek kuruş ödemeden hakkıyla almış, soylu bir aileden gelen esmer, kuru bir adamdı. Abil Rasim bütün galaksiyi iki aydır sarmış olan hayli önemli sorun hakkında kendi kendine hazırlık halindeydi. Kişisel tarihinde Aquina’lı Thomas’ı ilk kez keşfettiği, federasyon bursu kazandığı ya da 29 yaşında bekaretini kaybettiği akşam kadar önemli bir akşamdı bu.(Ay saatiyle 21.13) Galaksimizin herhangi bir köşesindeki süper bilgisayarla kıyaslanamayacak kadar verileri bir birbiriyle ilişkilendirebilen beyni bu krize ancak bir yer elması kadar tepki verebiliyordu. Tırnak yeme alışkanlığına geri döndüğünü anladığı an hırsla ellerini dünyada üretilmiş tüvit ceketinin ceplerine soktu. Bir lider böyle bir duruma nasıl bir tepki verebilirdi ki? Dünya’da 50 yıldır Grip, 25 yıldır enerji krizi ve son 19 yıldır da hiç çatışma yoktu. Abil Rasim uzaklığı ışık yılıyla hesaplanan her şeyin kanaat önderi, nasıl bir krizi önce muallaya sonra da üstü gerçekle örtülmüş politikaya çevirebilirdi?
            Norveç’li asistanı Haldis içeri sertçe daldığında elleri hala ceplerinde yürüyordu. Kadın profesyonelce sakladığı bir panikle “Abil Rasim konuk heyeti tesise yanaştı. Konuğumuz önce Ay’ın yer çekimi için denge odasında iki buçuk dakika vakit geçirecek…”
            “O kadar az mı?” dedi Abil Rasim.
            “Kütlesi göz önüne alındığında, makul bir süre. Kendisi Orta Batı Kolonicileriyle yenecek yemeği göz ardı etmemizi ısrarla rica etti. Direkt sizinle olan kişisel konuşmasına geçecek. Görüşmeniz boyunca danışman istemediğini belirtti; fakat ben ve davranış bilimleri alanında masterlı bir botanikçi, size eşlik edeceğiz.”
            “Master’ı nereden?”
            “Brown.”
            “İyi, iyi. Tamam o zaman hazırım. (Sahte bir gerginlikle gülümser) Gerçi bir meyveyle konuşmaya ne kadar hazır olunursa.” Abil Rasim esprisine gevrek kıkırtısıyla eşlik ederken, Hadel boğazını kibarca temizledi. “Meyve terimini kullanmazsanız iyi olur Sayın Birinci Üye. O bir karpuz ve özellikle kendisinin belirttiği gibi kendisine Karpuz denmesini istiyor.”
           
Bütün bu sıkıntılar Perulu çiftçi bir ailenin sabahın beşinde bostanlarında birinin şarkı söylediğini duymasıyla başladı. Üzerinde don, elinde çifteyle tarlaya koşan baba gördüğü karşısında donakaldı. Bostanın ortasında sapı henüz yeni yeni kurumaya başlamış kabak eğriliğinde çirkin, kocaman karpuz derin sesiyle şarkısını(Le Paradis du Fruit) söylüyordu. Çiftçiyi fark eden karpuz duru bir tenor ile ona merhaba dedi. Adam da her sağlıklı katolik bostan emekçisi gibi önce istavroz çıkarıp ardından iki el ateş edip kasabadaki kiliseye sığındı. Tepesinden hafif şekilde yaralanan Karpuz daha sonra gelip etrafında mum yakan, şarkı söyleyen, gülen, fotoğraf çekenler tarafından tedavi edildi. Herkesle dostça selamlaştı ve sohbet etti. Basının olayı biyolojik bir şaşkınlıktan popüler bir mucizeye çevirmesi uzun sürmedi.(Callisto Mega Star’ını Arıyor’dan nazikçe reddettiği iki teklif aldı.) Mendel İnisiyatifi Derneği kendisini başkanlık için tez elden aday gösteriyordu. Güneş sistemindekiler dahil on üç üniversiteden kürsü verilirken, Adana bahsi artırıp kendisini fahri vatandaş ilan etti ve sosyal güvenlik numaralı bir kimlik çıkardı. Papalık - İsa’nın Celile kıyısında açları doyurmasına benzettikleri bu mucizeyi kutsarken, Mutlu Budist’ler “Biz Demiştik!” pankartlarıyla Karpuz’un varlığını kutluyordu. Ayık ve kalabalık içinde olduklarında pek çok insanda bu durumu genetik biliminin sevimli bir ucubeliğine yorarak akıl sağlıklarını koruma çabasındaydı. Yıllardır hiçbir televizyon programına çağrılmamış akademik çevre başlarda bu ilgiyi körükleyecek yüzlerce farklı teoriyle zafer sarhoşluğu içindeyken sağduyu ile sorulan kanser, Alzheimer ve ereksiyon tedavilerinin gelişmelerindeki yavaş ilerlemeye dair sorularla medyaya hemen küstüler. Sonunda ilgili insanlar daha fazla bilimsel sorumluluk almayıp doğa ananın, Allah’ın ya da ordunun işi diyenlere katılarak olanları izlemekle yetindiler.   
Olay galaksinin bilinen bütün köşelerinde hızla yayılıp en ciddisinden en gevşeğine her platformda en renkli kısımlarıyla tartışılırken, Fransız bir basın mensubu herkesin sorduğu ‘Nasıl?’ sorusunun aksine Karpuz’a daha makul bir soru yöneltti: ‘Neden?’
Çirkin karpuz sorunun zamanlamasına sevinip yamuk ağzıyla teşekkür ederek tarihe geçen o cevabı verdi: “Dünya için.”
Bu cevap kısa sürede ünlü mısır gevreği markasının uzaylı maskotuna yakışan bir yapışkanlıkla her mecrada sömürülürken Perulu Karpuz’un aslında ne demek istediği G-5 zirvesine kadar anlaşılamadı. Karpuz iyi aydınlatılmış kürsüsünden davudi sesiyle bütün hükümet temsilcilerine Dünya’nın bir parçası olarak yaşamanın nasıl mükemmel bir dengeyle vuku bulduğundan bahsetti. Konuşma sonuna kadar bir alkış sağanağıyla devam ederken Karpuz’un samimi iç çekişiyle söylediği son cümleleri salonu sessizliğe ve kafa karışıklığına boğdu: “İnsanoğlunun dünya üzerinde sayılı zamana sahip olduğunu söylemek beni üzüyor ancak hakikat denen mükemmellik ile -gerçek bile olsa- asla duygularla başa çıkılmamalıdır.” Karpuz saygın popülerliğinden, bağırarak küfür eden pantomimcinin konumuna doğru hızlı bir düşüş yaşadı. Tabii bu konuşma karpuzun en önemli niyeti için işe yaradı. Politikanın içinde üstü kapalı tehditleri savurmayı ve dinlemeyi en iyi beceren adamların ilgisini çekti.  

            “Hayır,” dedi Abil Rasim sakince. Burnu ve alnı arasında bir damar magma gibi inip kalkıyordu.
            Dünya manzaralı kubbenin altındaki büyükçe koltuğa yatırılmış buruşuk derili -kesinlikle TV’dekinden daha şişman- yeşil bir kütleydi. Alacalı yeşil kısık göz çizgilerinin altında kırmızı yamuk ama güven verici geniş bir ağzı vardı. Karpuz aldığı cevap düşünülebilirmiş gibi tarttı.
            “Yanıtınızı anlıyorum ancak…”
            “Cümleye ama ile devam edeceksen yanıtımızı hiç anlamamışsın demektir Karpuz Efendi. Dünya senin iddia ettiğin gibi üzerinde çiftleşip sonra sifonu çektiğimiz bir kara parçası değil. Orası bizim yuvamız ve inan bana biz çok uzun zamandır oradayız.” dedi Abil Rasim. “Anlaşamadığımız konu bu sanırım Sayın Üye, dünya sizden çok daha uzun zamandır orada,” diye cevapladı aynı sakinlikle Karpuz’da.
            Saygın Birinci Üye parmakları avuçlarını tırmalarken hızla ayağa fırladı ve “Tamam… Tamam… İnsanlıkla ilgili düşüncelerinizi geçtim ki bizim medeni evrendeki en zeki ve hassas canlı türü olduğumuzu da göz ardı ederek bunu söylüyorum. Benden istediğiniz şeyi üstlerime nasıl anlatmamı bekliyorsunuz? Daha önemlisi onların insanlığa bunu nasıl açıklamasını?”
            “Açıkçası kolonilerinize ve gelişmiş gezegenler arası taşımacılığınıza güvenerek bunu söylüyorum. Nasıl açıklayacağınız kısmı dediğiniz gibi insan olanları ilgilendirir.” Abil Rasim mesleki bir alışkanlıkla en iyi bildiği şeyi yapmaya koyuldu: “Son on yılda sadece Antarktika kadar alanı tekrar ağaçlandırdık, yapay resif projemiz başarılı sonuç verdi, sera gazı solunumu 2013’teki değerlere dek geriledi. Yirmi yıldır savaşmıyoruz, kirletmiyoruz ve kendi kendimize yetiyoruz. Amerika kıtasının üç katı büyüklüğündeki Ozon tabakasına alternatif getirdik daha ne yapalım be? Dünya daha önce neredeydi? Ben sistemin en büyük fosil yakıt ihracatçısına Kyoto protokolünü imzalattım, bilerek benim hükümetimi mi beklediniz?” Haldis su bardağıyla Birinci Üye’nin yanına gitti. Adam bardağı önce hışımla alıp içmeden yanındaki maun sehpaya geri koydu. 
            “Ah sevgili Abil Rasim, dünya senin yuvan değil. Kafatasına ya da dalağına da yuva mı diyorsun? Ayakların paspas, kıç deliğin de yüzme havuzun mu? Sen henüz bir parçası olmayı biyolojik olarak kabullenemediğin ekosistemini bile anlayamıyorsun. Ben şartlandırılmamış maviliğin bir parçasıyım. Ondan bilinçsizce faydalandığınız süre boyunca bunu ne zaman fark ettiğinin ne önemi var? Doğanıza karşı çıkıp onunla bir olmayı öğrenmek için şansınız vardı. Potansiyel? Kesinlikle, hala da var; fakat sorun şu ki geç kaldınız. Dünya sizi sırtında, arka bahçesinde, içinde, nefesinde istemiyor. Ne kadar özel memeliler olduğunuz ya da dünyanın etine son kasık biti gibi çaresizce tutunan biricik homo sapiens olman onu artık ilgilendirmiyor.”
            Genç botanikçi araya girdi.
            “Peki zamanlama? Neden şimdi?”
            Karpuz genç adama döndü. “Zamanlama için rastlantı demek pek mümkün değil çünkü sizi aslında yeni fark ettik.”
            Danışman şaşkın görünüyordu. “Nasıl yani?”
“Dünya’nın zamanı kavrayışı farklıdır. Siz tıraş olduğunuzda ya da bir uzvunuzu kaybettiğinizde bunun farkına varıp alışma süreciniz çok daha farklı işliyor. Sizi yakın zamanda fark ettik, dikkatle izledik ve kısa zamanda zararlı olduğunuza kanaat getirdik. İletişime açık ve kendi kendini tanımlamaya oldukça yatkın ve bundan haz aldığınız için bir tür elçi olarak ben gönderildim. Bilinen bir şeydir; karpuzların ağzı iyi laf yapar.”
            “Orası doğru, babam hep kıçına şaplatarak karpuz seçerdi. Ne dediğin önemli değil yer elmaları kalkıp hep beraber ‘Zafer!’ diye haykırsalar da umurumda değil! Ne anlatırsan Dünya’ya söyle hayır, diyoruz.” Abil Rasim öfkesini bir aynadan izlermişçesine kendini kaybetmişti. Böğürmemek için bacaklarındaki eti avuçladı. Haldis bu kez ‘Efendim’ diyecek kadar ileri gitmek zorunda hissetti. Botanikçi kendi kendine mırıldandı: “Biz tepesinde sadece kaşıntı yapıyormuşuz… Kansere yakalandığını anlayan ve haftaya ameliyat olacak olan adamın kolonundaki kanseriz. Hiç şiirsel değil.”
            Karpuz başını sallayarak: “Her ne kadar bu konuşmanın başından beri mecaza doymuş olsam da; kısır bir tanımlamayla size katılıyorum. Siz hem kanser hem de kendini tedavi etmeye çalışırken bir dinamitin üzerinde zıplayan garip varlıklarsınız.” Abil Rasim kafasını büktü: “Salaklaşma çocuk, karşında çürük meyvenin teki bizim gezegenimizin bizi istemediğini söylüyor. Küfür bu! Hükümetimiz döneminde Medeniyet Proxima Centauri’ye üç başarılı koloni kurdu. Venüs’ü ehlileştirdik be! Bu Tanrı’nın inayetiyle kutsanmış insanın irade gücünün en büyük kanıtıdır.”
            Karpuz, hemen yanındaki danışman bilimciden sessizce su rica etti. Genç adam da pipeti ağzına uzattı. Bir iki yudumdan sonra bir patlıcan kadar ciddi görünen Karpuz, Abil Rasim’in soluğunun yavaşlamasını bekledi. Elleri olsa beklerken onları çenesinin altında birleştirdiğinden emin olabilirdiniz. Elindeki kağıtları buran asistana döndü: “Haldis hanım sanırım size talepleri ve detaylarını başarılı şekilde ilettim.” Kadın kafasını salladı. Renkli gözleri yuvalarında biraz küçülmüştü. “Görüşme nezaketi ve su için teşekkür ederim. Rica etsem.” Botanikçi onu kibarca kucağına aldı ve kapıya doğru ilerlemeye başlarken bir an durdu. “Sakın ihtiyaç duyduğunuz bir şeyden nefret etmeyin Sayın Üye. Yeni bir yuva için önce buna dikkate alın. Bir konferansta dediğiniz gibi hepimiz sevginin çocuklarıyız.”
 Botanikçinin kucağında dışarı çıktı.   
             
            “Seçenekler neler?”
            “Komisyon toplanıp bilgilendirildikten sonra 973 gün lojistik ve tahliye için yeterli bir süre efendim,” dedi süratle Haldis.
            “Saçmalama salak! Ben diğer seçeneklerden bahsediyorum. Onu uzayda halletmek için geç kaldık. Dünya’da halletmeliyiz. Önce karşı kamuoyu lazım, bana geçmişiyle ilgili kullanabileceğimiz her bilgiyi topla. Cinsel sapkınlık, doğum belgesi ibrazı, şu Hong Kong’daki eko terörist örgütlerden biriyle ilişiğini kanıtlayacak seyahat dökümleri, elektronik veriler falan.”
            “Efendim…”
            “…Dördüncü Üye ile bağlantıya geç. Onun paralı asker eskilerinden bir ekip kursun…”
            “Sayın Üye! Karpuz zaten yaklaşık iki hafta sonra ölecek. Şu an fahri vatandaşlık aldığı Adana’ya çekiliyor. Söylediklerini dikkat…”
“Öleceğini tabii ki biliyorum kızım. Fakat 15 gün ağzı laf yapan bir karpuz için fazla uzun bir süre. Bağlantıya geç. Ekip kurup dediğim belgeleri hemen toplayın. Yarın basını bilgilendiriyoruz.” Abil Rasim ceketini koltuğuna asarak asistanına gitmesini ima etti.     
Odasına çekilmeden önce koltuğunda oturmuş kakuleli bergamot çayı yudumlarken planlarını düşündü. Üzerindeki cam kubbeden kendi gecesini yaşayan yeryüzü minik, parlak ışıklarıyla sessiz bir karnaval misali hafifçe süzülüyordu. 

Karpuz, asker eskisi bir alkolik tarafından bıçaklandığında Kuzey Afrika’dan taşınan kum rüzgarı Adana’daki ekinleri pişirmekteydi. Bedeni iki saat sonra salya sümük ağlayan aşçı tarafından büyük konağın kuş kafeslerinin önünde bulundu. İçinden akan yaşamı toprağı ıslatmıştı. Katilin, Karpuz hakkında çıkan şaibelere ve Darwin’in çalışmalarını saptıran bu yaratığa nefret duyan, fanatik terör grubu Çekirdeksiz Mendel Fraksiyonu üyesi olduğu açıklandı. Yargılanması sıkıntılı oldu ve yasaların öldürme konusundaki menzili sebebiyle cinayet suçlamasından aklandı. Şehir ziyaretçi akınına uğradı ve Karpuz’un kuruyup, ufacık kalmış bedeni mütevazı bir anıta, törenle defnedildi. (Üçüncüye ertelenen geleneksel karpuz festivali de süresiz iptal edilmişti.)
Cenazeden iki gün sonra Saygın Birinci Üye Abil Rasim Jordan V’ill Rahman Ay’daki portakal bahçesinde torunuyla tavşan kaç tazı tut oynuyordu. Narenciye serası da görüşme odası gibi dünya manzaralı ufak bir cam kubbeye sahipti. Kaçma sırası Abil Rasim’deyken nefes nefese kalmadan yaklaşık bir düzine fideyi geçmeyi başarmıştı. Torunu kahkahalar atarak onu ebeleyip fidelerin içine daldı. Asistan Hadis topukluları elinde toprak zeminde hızla Abil Rasim’e doğru geldiği sırada fideden bir portakal kopardı. Abil Rasim merakını belli etmeden vakurca gülümseyip soyduğu portakalı, gözleri irileşmiş asistanına uzattı. Asistan havada duran dilimi umursamadan ıslak tadı zehir gibi içine dolan büyük baklayı çıkarttı: “Efendim bu bilgiyi olabildiğince gizlemeye çalıştık. Bizim kanalımıza da yaklaşık on dakika önce aktarıldı… Merkez’de öğrenen üçüncü insansınız.” Abil Rasim derin nefes alma örneği vererek asistanı kolundan tuttu. “Sakin kızım, şimdi devam et.”  Dedesinin aksine hayli açık tenli olan torun koşarak ikisinin yanına geldi ve asistana gülümsedi.
“…Sayın Üye, Wellington’da bir tarlada sebzeler konuşmaya başlamış.” Birinci Üye elindeki portakal ağzına yaklaşmışken kalakaldı.
“Bütün bir tarla, hepsi de yer elması. Hepsi, hepsi haykırıyormuş…” Aiel Rasim kafasını kaldırıp cam kubbeden kıpırtısız görünen mavi gezegene baktı. Bu uzun bir bakıştı. En sonunda sıkılan torun onun elinden portakal dilimini ellerini kullanmadan tek lokmada kaptı. Dedesinden daha uzun süre ses çıkmayacağını anlayınca sıkılıp Haldis’e döndü.
           “Ee, ne diyorlarmış?”

Tolga Aydın
Temmuz 2013