5 Temmuz 2013 Cuma

"ZAFER"


Saba rüzgarlarına sordum onları bir haber getirirler diye bana
“Haberi ne yapacaksın?” dedi saba rüzgarı bana
                                                                                     İbn Arabi


İnsanların Dünya’da isyan edeceklerini düşündükleri son şey isyan ettiğinde, medeniyet çoktan galaksinin tenha köşelerine yayılmıştı. Dünyanın büyüleyicilik konusunda artık sıradan bir resimden hallice etkileyici olan büyük mavi kütlesi Ay’daki 1. Bölge Medeniyetler İttifakı’nın(Yaşam Gemimizdir) cam kubbesinden görünüyordu. Çürümüş etin içindeki kurtçuklar gibi kendi ışıklarıyla yanan milyonlarca yıldızın kımıltısına bir an bile bakmayan bir adam elleri cebinde volta atıyordu. Bu sıkıntılı ruh Saygın 1. Üye Abil Rasim Jordan V’ill Rahman’dı. Yeryüzünde parayla satın alınabilecek en iyi eğitimi tek kuruş ödemeden hakkıyla almış, soylu bir aileden gelen esmer, kuru bir adamdı. Abil Rasim bütün galaksiyi iki aydır sarmış olan hayli önemli sorun hakkında kendi kendine hazırlık halindeydi. Kişisel tarihinde Aquina’lı Thomas’ı ilk kez keşfettiği, federasyon bursu kazandığı ya da 29 yaşında bekaretini kaybettiği akşam kadar önemli bir akşamdı bu.(Ay saatiyle 21.13) Galaksimizin herhangi bir köşesindeki süper bilgisayarla kıyaslanamayacak kadar verileri bir birbiriyle ilişkilendirebilen beyni bu krize ancak bir yer elması kadar tepki verebiliyordu. Tırnak yeme alışkanlığına geri döndüğünü anladığı an hırsla ellerini dünyada üretilmiş tüvit ceketinin ceplerine soktu. Bir lider böyle bir duruma nasıl bir tepki verebilirdi ki? Dünya’da 50 yıldır Grip, 25 yıldır enerji krizi ve son 19 yıldır da hiç çatışma yoktu. Abil Rasim uzaklığı ışık yılıyla hesaplanan her şeyin kanaat önderi, nasıl bir krizi önce muallaya sonra da üstü gerçekle örtülmüş politikaya çevirebilirdi?
            Norveç’li asistanı Haldis içeri sertçe daldığında elleri hala ceplerinde yürüyordu. Kadın profesyonelce sakladığı bir panikle “Abil Rasim konuk heyeti tesise yanaştı. Konuğumuz önce Ay’ın yer çekimi için denge odasında iki buçuk dakika vakit geçirecek…”
            “O kadar az mı?” dedi Abil Rasim.
            “Kütlesi göz önüne alındığında, makul bir süre. Kendisi Orta Batı Kolonicileriyle yenecek yemeği göz ardı etmemizi ısrarla rica etti. Direkt sizinle olan kişisel konuşmasına geçecek. Görüşmeniz boyunca danışman istemediğini belirtti; fakat ben ve davranış bilimleri alanında masterlı bir botanikçi, size eşlik edeceğiz.”
            “Master’ı nereden?”
            “Brown.”
            “İyi, iyi. Tamam o zaman hazırım. (Sahte bir gerginlikle gülümser) Gerçi bir meyveyle konuşmaya ne kadar hazır olunursa.” Abil Rasim esprisine gevrek kıkırtısıyla eşlik ederken, Hadel boğazını kibarca temizledi. “Meyve terimini kullanmazsanız iyi olur Sayın Birinci Üye. O bir karpuz ve özellikle kendisinin belirttiği gibi kendisine Karpuz denmesini istiyor.”
           
Bütün bu sıkıntılar Perulu çiftçi bir ailenin sabahın beşinde bostanlarında birinin şarkı söylediğini duymasıyla başladı. Üzerinde don, elinde çifteyle tarlaya koşan baba gördüğü karşısında donakaldı. Bostanın ortasında sapı henüz yeni yeni kurumaya başlamış kabak eğriliğinde çirkin, kocaman karpuz derin sesiyle şarkısını(Le Paradis du Fruit) söylüyordu. Çiftçiyi fark eden karpuz duru bir tenor ile ona merhaba dedi. Adam da her sağlıklı katolik bostan emekçisi gibi önce istavroz çıkarıp ardından iki el ateş edip kasabadaki kiliseye sığındı. Tepesinden hafif şekilde yaralanan Karpuz daha sonra gelip etrafında mum yakan, şarkı söyleyen, gülen, fotoğraf çekenler tarafından tedavi edildi. Herkesle dostça selamlaştı ve sohbet etti. Basının olayı biyolojik bir şaşkınlıktan popüler bir mucizeye çevirmesi uzun sürmedi.(Callisto Mega Star’ını Arıyor’dan nazikçe reddettiği iki teklif aldı.) Mendel İnisiyatifi Derneği kendisini başkanlık için tez elden aday gösteriyordu. Güneş sistemindekiler dahil on üç üniversiteden kürsü verilirken, Adana bahsi artırıp kendisini fahri vatandaş ilan etti ve sosyal güvenlik numaralı bir kimlik çıkardı. Papalık - İsa’nın Celile kıyısında açları doyurmasına benzettikleri bu mucizeyi kutsarken, Mutlu Budist’ler “Biz Demiştik!” pankartlarıyla Karpuz’un varlığını kutluyordu. Ayık ve kalabalık içinde olduklarında pek çok insanda bu durumu genetik biliminin sevimli bir ucubeliğine yorarak akıl sağlıklarını koruma çabasındaydı. Yıllardır hiçbir televizyon programına çağrılmamış akademik çevre başlarda bu ilgiyi körükleyecek yüzlerce farklı teoriyle zafer sarhoşluğu içindeyken sağduyu ile sorulan kanser, Alzheimer ve ereksiyon tedavilerinin gelişmelerindeki yavaş ilerlemeye dair sorularla medyaya hemen küstüler. Sonunda ilgili insanlar daha fazla bilimsel sorumluluk almayıp doğa ananın, Allah’ın ya da ordunun işi diyenlere katılarak olanları izlemekle yetindiler.   
Olay galaksinin bilinen bütün köşelerinde hızla yayılıp en ciddisinden en gevşeğine her platformda en renkli kısımlarıyla tartışılırken, Fransız bir basın mensubu herkesin sorduğu ‘Nasıl?’ sorusunun aksine Karpuz’a daha makul bir soru yöneltti: ‘Neden?’
Çirkin karpuz sorunun zamanlamasına sevinip yamuk ağzıyla teşekkür ederek tarihe geçen o cevabı verdi: “Dünya için.”
Bu cevap kısa sürede ünlü mısır gevreği markasının uzaylı maskotuna yakışan bir yapışkanlıkla her mecrada sömürülürken Perulu Karpuz’un aslında ne demek istediği G-5 zirvesine kadar anlaşılamadı. Karpuz iyi aydınlatılmış kürsüsünden davudi sesiyle bütün hükümet temsilcilerine Dünya’nın bir parçası olarak yaşamanın nasıl mükemmel bir dengeyle vuku bulduğundan bahsetti. Konuşma sonuna kadar bir alkış sağanağıyla devam ederken Karpuz’un samimi iç çekişiyle söylediği son cümleleri salonu sessizliğe ve kafa karışıklığına boğdu: “İnsanoğlunun dünya üzerinde sayılı zamana sahip olduğunu söylemek beni üzüyor ancak hakikat denen mükemmellik ile -gerçek bile olsa- asla duygularla başa çıkılmamalıdır.” Karpuz saygın popülerliğinden, bağırarak küfür eden pantomimcinin konumuna doğru hızlı bir düşüş yaşadı. Tabii bu konuşma karpuzun en önemli niyeti için işe yaradı. Politikanın içinde üstü kapalı tehditleri savurmayı ve dinlemeyi en iyi beceren adamların ilgisini çekti.  

            “Hayır,” dedi Abil Rasim sakince. Burnu ve alnı arasında bir damar magma gibi inip kalkıyordu.
            Dünya manzaralı kubbenin altındaki büyükçe koltuğa yatırılmış buruşuk derili -kesinlikle TV’dekinden daha şişman- yeşil bir kütleydi. Alacalı yeşil kısık göz çizgilerinin altında kırmızı yamuk ama güven verici geniş bir ağzı vardı. Karpuz aldığı cevap düşünülebilirmiş gibi tarttı.
            “Yanıtınızı anlıyorum ancak…”
            “Cümleye ama ile devam edeceksen yanıtımızı hiç anlamamışsın demektir Karpuz Efendi. Dünya senin iddia ettiğin gibi üzerinde çiftleşip sonra sifonu çektiğimiz bir kara parçası değil. Orası bizim yuvamız ve inan bana biz çok uzun zamandır oradayız.” dedi Abil Rasim. “Anlaşamadığımız konu bu sanırım Sayın Üye, dünya sizden çok daha uzun zamandır orada,” diye cevapladı aynı sakinlikle Karpuz’da.
            Saygın Birinci Üye parmakları avuçlarını tırmalarken hızla ayağa fırladı ve “Tamam… Tamam… İnsanlıkla ilgili düşüncelerinizi geçtim ki bizim medeni evrendeki en zeki ve hassas canlı türü olduğumuzu da göz ardı ederek bunu söylüyorum. Benden istediğiniz şeyi üstlerime nasıl anlatmamı bekliyorsunuz? Daha önemlisi onların insanlığa bunu nasıl açıklamasını?”
            “Açıkçası kolonilerinize ve gelişmiş gezegenler arası taşımacılığınıza güvenerek bunu söylüyorum. Nasıl açıklayacağınız kısmı dediğiniz gibi insan olanları ilgilendirir.” Abil Rasim mesleki bir alışkanlıkla en iyi bildiği şeyi yapmaya koyuldu: “Son on yılda sadece Antarktika kadar alanı tekrar ağaçlandırdık, yapay resif projemiz başarılı sonuç verdi, sera gazı solunumu 2013’teki değerlere dek geriledi. Yirmi yıldır savaşmıyoruz, kirletmiyoruz ve kendi kendimize yetiyoruz. Amerika kıtasının üç katı büyüklüğündeki Ozon tabakasına alternatif getirdik daha ne yapalım be? Dünya daha önce neredeydi? Ben sistemin en büyük fosil yakıt ihracatçısına Kyoto protokolünü imzalattım, bilerek benim hükümetimi mi beklediniz?” Haldis su bardağıyla Birinci Üye’nin yanına gitti. Adam bardağı önce hışımla alıp içmeden yanındaki maun sehpaya geri koydu. 
            “Ah sevgili Abil Rasim, dünya senin yuvan değil. Kafatasına ya da dalağına da yuva mı diyorsun? Ayakların paspas, kıç deliğin de yüzme havuzun mu? Sen henüz bir parçası olmayı biyolojik olarak kabullenemediğin ekosistemini bile anlayamıyorsun. Ben şartlandırılmamış maviliğin bir parçasıyım. Ondan bilinçsizce faydalandığınız süre boyunca bunu ne zaman fark ettiğinin ne önemi var? Doğanıza karşı çıkıp onunla bir olmayı öğrenmek için şansınız vardı. Potansiyel? Kesinlikle, hala da var; fakat sorun şu ki geç kaldınız. Dünya sizi sırtında, arka bahçesinde, içinde, nefesinde istemiyor. Ne kadar özel memeliler olduğunuz ya da dünyanın etine son kasık biti gibi çaresizce tutunan biricik homo sapiens olman onu artık ilgilendirmiyor.”
            Genç botanikçi araya girdi.
            “Peki zamanlama? Neden şimdi?”
            Karpuz genç adama döndü. “Zamanlama için rastlantı demek pek mümkün değil çünkü sizi aslında yeni fark ettik.”
            Danışman şaşkın görünüyordu. “Nasıl yani?”
“Dünya’nın zamanı kavrayışı farklıdır. Siz tıraş olduğunuzda ya da bir uzvunuzu kaybettiğinizde bunun farkına varıp alışma süreciniz çok daha farklı işliyor. Sizi yakın zamanda fark ettik, dikkatle izledik ve kısa zamanda zararlı olduğunuza kanaat getirdik. İletişime açık ve kendi kendini tanımlamaya oldukça yatkın ve bundan haz aldığınız için bir tür elçi olarak ben gönderildim. Bilinen bir şeydir; karpuzların ağzı iyi laf yapar.”
            “Orası doğru, babam hep kıçına şaplatarak karpuz seçerdi. Ne dediğin önemli değil yer elmaları kalkıp hep beraber ‘Zafer!’ diye haykırsalar da umurumda değil! Ne anlatırsan Dünya’ya söyle hayır, diyoruz.” Abil Rasim öfkesini bir aynadan izlermişçesine kendini kaybetmişti. Böğürmemek için bacaklarındaki eti avuçladı. Haldis bu kez ‘Efendim’ diyecek kadar ileri gitmek zorunda hissetti. Botanikçi kendi kendine mırıldandı: “Biz tepesinde sadece kaşıntı yapıyormuşuz… Kansere yakalandığını anlayan ve haftaya ameliyat olacak olan adamın kolonundaki kanseriz. Hiç şiirsel değil.”
            Karpuz başını sallayarak: “Her ne kadar bu konuşmanın başından beri mecaza doymuş olsam da; kısır bir tanımlamayla size katılıyorum. Siz hem kanser hem de kendini tedavi etmeye çalışırken bir dinamitin üzerinde zıplayan garip varlıklarsınız.” Abil Rasim kafasını büktü: “Salaklaşma çocuk, karşında çürük meyvenin teki bizim gezegenimizin bizi istemediğini söylüyor. Küfür bu! Hükümetimiz döneminde Medeniyet Proxima Centauri’ye üç başarılı koloni kurdu. Venüs’ü ehlileştirdik be! Bu Tanrı’nın inayetiyle kutsanmış insanın irade gücünün en büyük kanıtıdır.”
            Karpuz, hemen yanındaki danışman bilimciden sessizce su rica etti. Genç adam da pipeti ağzına uzattı. Bir iki yudumdan sonra bir patlıcan kadar ciddi görünen Karpuz, Abil Rasim’in soluğunun yavaşlamasını bekledi. Elleri olsa beklerken onları çenesinin altında birleştirdiğinden emin olabilirdiniz. Elindeki kağıtları buran asistana döndü: “Haldis hanım sanırım size talepleri ve detaylarını başarılı şekilde ilettim.” Kadın kafasını salladı. Renkli gözleri yuvalarında biraz küçülmüştü. “Görüşme nezaketi ve su için teşekkür ederim. Rica etsem.” Botanikçi onu kibarca kucağına aldı ve kapıya doğru ilerlemeye başlarken bir an durdu. “Sakın ihtiyaç duyduğunuz bir şeyden nefret etmeyin Sayın Üye. Yeni bir yuva için önce buna dikkate alın. Bir konferansta dediğiniz gibi hepimiz sevginin çocuklarıyız.”
 Botanikçinin kucağında dışarı çıktı.   
             
            “Seçenekler neler?”
            “Komisyon toplanıp bilgilendirildikten sonra 973 gün lojistik ve tahliye için yeterli bir süre efendim,” dedi süratle Haldis.
            “Saçmalama salak! Ben diğer seçeneklerden bahsediyorum. Onu uzayda halletmek için geç kaldık. Dünya’da halletmeliyiz. Önce karşı kamuoyu lazım, bana geçmişiyle ilgili kullanabileceğimiz her bilgiyi topla. Cinsel sapkınlık, doğum belgesi ibrazı, şu Hong Kong’daki eko terörist örgütlerden biriyle ilişiğini kanıtlayacak seyahat dökümleri, elektronik veriler falan.”
            “Efendim…”
            “…Dördüncü Üye ile bağlantıya geç. Onun paralı asker eskilerinden bir ekip kursun…”
            “Sayın Üye! Karpuz zaten yaklaşık iki hafta sonra ölecek. Şu an fahri vatandaşlık aldığı Adana’ya çekiliyor. Söylediklerini dikkat…”
“Öleceğini tabii ki biliyorum kızım. Fakat 15 gün ağzı laf yapan bir karpuz için fazla uzun bir süre. Bağlantıya geç. Ekip kurup dediğim belgeleri hemen toplayın. Yarın basını bilgilendiriyoruz.” Abil Rasim ceketini koltuğuna asarak asistanına gitmesini ima etti.     
Odasına çekilmeden önce koltuğunda oturmuş kakuleli bergamot çayı yudumlarken planlarını düşündü. Üzerindeki cam kubbeden kendi gecesini yaşayan yeryüzü minik, parlak ışıklarıyla sessiz bir karnaval misali hafifçe süzülüyordu. 

Karpuz, asker eskisi bir alkolik tarafından bıçaklandığında Kuzey Afrika’dan taşınan kum rüzgarı Adana’daki ekinleri pişirmekteydi. Bedeni iki saat sonra salya sümük ağlayan aşçı tarafından büyük konağın kuş kafeslerinin önünde bulundu. İçinden akan yaşamı toprağı ıslatmıştı. Katilin, Karpuz hakkında çıkan şaibelere ve Darwin’in çalışmalarını saptıran bu yaratığa nefret duyan, fanatik terör grubu Çekirdeksiz Mendel Fraksiyonu üyesi olduğu açıklandı. Yargılanması sıkıntılı oldu ve yasaların öldürme konusundaki menzili sebebiyle cinayet suçlamasından aklandı. Şehir ziyaretçi akınına uğradı ve Karpuz’un kuruyup, ufacık kalmış bedeni mütevazı bir anıta, törenle defnedildi. (Üçüncüye ertelenen geleneksel karpuz festivali de süresiz iptal edilmişti.)
Cenazeden iki gün sonra Saygın Birinci Üye Abil Rasim Jordan V’ill Rahman Ay’daki portakal bahçesinde torunuyla tavşan kaç tazı tut oynuyordu. Narenciye serası da görüşme odası gibi dünya manzaralı ufak bir cam kubbeye sahipti. Kaçma sırası Abil Rasim’deyken nefes nefese kalmadan yaklaşık bir düzine fideyi geçmeyi başarmıştı. Torunu kahkahalar atarak onu ebeleyip fidelerin içine daldı. Asistan Hadis topukluları elinde toprak zeminde hızla Abil Rasim’e doğru geldiği sırada fideden bir portakal kopardı. Abil Rasim merakını belli etmeden vakurca gülümseyip soyduğu portakalı, gözleri irileşmiş asistanına uzattı. Asistan havada duran dilimi umursamadan ıslak tadı zehir gibi içine dolan büyük baklayı çıkarttı: “Efendim bu bilgiyi olabildiğince gizlemeye çalıştık. Bizim kanalımıza da yaklaşık on dakika önce aktarıldı… Merkez’de öğrenen üçüncü insansınız.” Abil Rasim derin nefes alma örneği vererek asistanı kolundan tuttu. “Sakin kızım, şimdi devam et.”  Dedesinin aksine hayli açık tenli olan torun koşarak ikisinin yanına geldi ve asistana gülümsedi.
“…Sayın Üye, Wellington’da bir tarlada sebzeler konuşmaya başlamış.” Birinci Üye elindeki portakal ağzına yaklaşmışken kalakaldı.
“Bütün bir tarla, hepsi de yer elması. Hepsi, hepsi haykırıyormuş…” Aiel Rasim kafasını kaldırıp cam kubbeden kıpırtısız görünen mavi gezegene baktı. Bu uzun bir bakıştı. En sonunda sıkılan torun onun elinden portakal dilimini ellerini kullanmadan tek lokmada kaptı. Dedesinden daha uzun süre ses çıkmayacağını anlayınca sıkılıp Haldis’e döndü.
           “Ee, ne diyorlarmış?”

Tolga Aydın
Temmuz 2013

2 yorum:

  1. Çok özgün çok güzel bir öykü teşekkürler

    YanıtlaSil
  2. Basit bir kurguyu kelimeler nasıl destekler,bunun hikayesi olmuş.Gerçekten tebrikler.

    YanıtlaSil