3 Temmuz 2013 Çarşamba

YAŞLILIK




               “Bir uzaylıyla bilek güreşi yapmıştım.”
 Karşımda oturan çocuklardan bir hayret çığlığı yükseldi. İşte buna keyif derler. Ağzımda kalan birkaç dişi sergileyerek gülümsedim.
“Öyle bileği falan da yoktu. Iıı, böyle kemiksiz, yumuşak, eften püften bir uzuv... Ama güçlüydü namussuz. Yılan gibi kavramıştı bileğimi. O zamanlar kollarım da çelik gibiydi peh peh!” Sol kolumu havaya kaldırıp buruşmuş pozumu gösterdim. 
“Neden bilek güreşi yaptın Dede?” Ufaklıkların en ufağı sormuştu bunu.
“Çok basit evlat, çünkü ikimiz de erkektik. Galaksinin neresinde olursak olalım erkekler gücünü kanıtlamak ister.” Küçük kafasını okşayıp, ışıl ışıl parlayan yıldızları gösterdim. “Unutma, bu, evrendeki bütün mahlukatlar için geçerlidir.”
Çocuklar kendi aralarında bakıştılar.
“Mahlukat ne demek Dede?”
Yine aynı sorun. Kuşak çatışması. Derin bir iç çektim. Hem de ne kuşak! Sonra sabırla başladım konuşmaya.  
“Hani yok mu şu iç uzaydan gelenler yahu. Tek gözlü olanlar, ayak parmaklarıyla tat alanlar, hem de her parmak ayrı tat alıyormuş, baş parmak ekşi, öbürü tatlı... Acı sevmeyenlerin girdiği şekli görseniz.” Kıkırdadım. “Göbeğiyle su içenler de var tabi. Bir de bize pislik atıyorlar. Yavşaklar.” Bunu nefes verirken fısıltıyla karışık söyledim. “Neymiş, biz yolu çok uzatıyormuşuz, onlar suyu gitmesi gereken yere anında götürüyorlarmış.” Çocukları duyamayacağı şekilde bir küfür daha fısıldadım. “Iıı siz bu kılıksızları tanımıyor musunuz yahu?”
İnce sesli koro şakıdı.  
            “Tanıyoruz Dede.”
            “Ulan o zaman niye anlattırıyorsunuz?”
            Kıkır kıkır güldüler. Hatta birkaçı gülerken yere düştü. Yaşlılık... Maskara olmak böyle bir şeydi işte. Sevgili on ikinci kuşak torunlarım... Otuz sekizinci kuşağın da böyle karşıma geçeceğini düşününce uykularım kaçıyordu, ürperiyordum. Tatlı bir ürperti tabi.
            “Bilek güreşini anlat Dede. Yendin mi uzaylıyı?”
            Neşem yerine geldi yeniden. “Yendim tabi hergeleyi. Sonra da o yılan gibi kolunu alıp...” Küçük bir öksürükle ağzımdan çıkacakları frenledim. Ne yapayım küfürbazlık ruhumda vardı. “Şu koca galakside bileğimi bükebilen çıkmadı daha.” Diyerek toparladım. Boğazım kurumuştu.
“Şimdi, kim Dede’ye su getirecek?”
            Küçük bir kargaşa oldu. Fakat sonra adını bile bilemediğim küçücük torunlarımdan biri iki eliyle tuttuğu bardağı bana verdi. Suyu içtim ardından gecenin ılık havasını ciğerlerime doldurdum.
            “Sağ ol evlat.”
            “Dede sen kaç yaşındasın?” Malum soruya gelmiştik. Teker teker gözlerine baktım ve tane tane söyledim.
            “Yedi yüz yirmi iki.” İşte en heyecanlı yeri burasıydı.
            Parmak hesapları başladı yine. Yıllardır hiç şaşmıyordu bu. Küçük parmaklar benim kocaman yaşımı hesaplıyordu. Asırlardır değişmeyen döngü. 
Onlar hesap yapar, ben de gülümserdim ve asla gözlerimi onlardan ayırmazdım. Çünkü hesabı bitirenlerin gözleri kocaman açılırdı ve bu da benim ayaklarımı gıdıklardı.
Bir karış açık ağızlarıyla, buruşuk suratıma baktılar yine ve ben de üç dişli gülümsememle onlara karşılık verdim.
            “Vaaayy, çok yaşlısın Dede.” Yine en küçükleri konuşmuştu.
            “Sen de çok gençsin evlat.” Asırlardır aynı muhabbet. Ama sıkılmıyordum. Asla.
Bir başka torunum başını gökyüzüne çevirmiş parıldayan milyonlarca yıldıza bakıyordu. Başını indirmeden sessizce sordu.
            “Dünya nerede Dede?”
            Birden hüzünlendim. Bu soru geldiğinde hep böyle olurdum. Parmağımı gökyüzüne kaldırıp. Hayal meyal görünen bir yıldız kümesini işaret ettim.
            “İşte oralarda bir yerde.” Gözlerimi kısıp uzaklardaki evime özlemle baktım. Bu çok farklı bir duyguydu. Henüz yüz yaşına varmadan ayrılmıştım oradan ama hatıraları hep benimleydi. Hatıralar... Dünyanın içine eden o kel kafalı adam geldi gözümün önüne. Beyaz önlüğüyle cehennemi yeryüzüne taşımıştı o. Dünya acaba ne haldedir şimdi? Sokaklarda yürüyecek yer kalmış mıdır? Bir evde en az sekiz kişi kalma zorunluluğu hala sürüyor mudur? Ya da çocuk yapma yasağı? O pezevenk yüzünden tüm insanoğlu galaksinin dört bir yanına dağılmıştı. Hatırlıyorum. Daha çocuktum. Kameraların karşısına geçip;
            “Evet,” demişti. “Ölümsüzlüğü bulduk.” Sonra şöyle bir kalabalığa bakmış ve gözlerindeki parıltıyı kaybetmişti. Çökmüş bir şekilde yanındaki arkadaşına eğilip kulağına fısıldamıştı.
“Ölümsüzlüğü bulduk da, şimdi ne bok yiyeceğiz.”

Bulut TAR
Temmuz 2013

2 yorum: