Karşımda oturan çocuklardan bir hayret çığlığı
yükseldi. İşte buna keyif derler. Ağzımda kalan birkaç dişi sergileyerek gülümsedim.
“Öyle bileği falan da yoktu. Iıı, böyle
kemiksiz, yumuşak, eften püften bir uzuv... Ama güçlüydü namussuz. Yılan gibi
kavramıştı bileğimi. O zamanlar kollarım da çelik gibiydi peh peh!” Sol kolumu
havaya kaldırıp buruşmuş pozumu gösterdim.
“Neden bilek güreşi yaptın Dede?”
Ufaklıkların en ufağı sormuştu bunu.
“Çok basit evlat, çünkü ikimiz de erkektik. Galaksinin
neresinde olursak olalım erkekler gücünü kanıtlamak ister.” Küçük kafasını
okşayıp, ışıl ışıl parlayan yıldızları gösterdim. “Unutma, bu, evrendeki bütün
mahlukatlar için geçerlidir.”
Çocuklar kendi aralarında bakıştılar.
“Mahlukat ne demek Dede?”
Yine aynı sorun. Kuşak çatışması. Derin bir
iç çektim. Hem de ne kuşak! Sonra sabırla başladım konuşmaya.
“Hani yok mu şu iç uzaydan gelenler yahu. Tek
gözlü olanlar, ayak parmaklarıyla tat alanlar, hem de her parmak ayrı tat
alıyormuş, baş parmak ekşi, öbürü tatlı... Acı sevmeyenlerin girdiği şekli
görseniz.” Kıkırdadım. “Göbeğiyle su içenler de var tabi. Bir de bize pislik
atıyorlar. Yavşaklar.” Bunu nefes verirken fısıltıyla karışık söyledim.
“Neymiş, biz yolu çok uzatıyormuşuz, onlar suyu gitmesi gereken yere anında
götürüyorlarmış.” Çocukları duyamayacağı şekilde bir küfür daha fısıldadım. “Iıı
siz bu kılıksızları tanımıyor musunuz yahu?”
İnce sesli koro şakıdı.
“Tanıyoruz Dede.”
“Ulan o zaman niye
anlattırıyorsunuz?”
Kıkır kıkır güldüler. Hatta
birkaçı gülerken yere düştü. Yaşlılık... Maskara olmak böyle bir şeydi işte.
Sevgili on ikinci kuşak torunlarım... Otuz sekizinci kuşağın da böyle karşıma
geçeceğini düşününce uykularım kaçıyordu, ürperiyordum. Tatlı bir ürperti tabi.
“Bilek güreşini anlat
Dede. Yendin mi uzaylıyı?”
Neşem yerine geldi
yeniden. “Yendim tabi hergeleyi. Sonra da o yılan gibi kolunu alıp...” Küçük
bir öksürükle ağzımdan çıkacakları frenledim. Ne yapayım küfürbazlık ruhumda
vardı. “Şu koca galakside bileğimi bükebilen çıkmadı daha.” Diyerek toparladım.
Boğazım kurumuştu.
“Şimdi, kim Dede’ye su getirecek?”
Küçük bir kargaşa
oldu. Fakat sonra adını bile bilemediğim küçücük torunlarımdan biri iki eliyle
tuttuğu bardağı bana verdi. Suyu içtim ardından gecenin ılık havasını
ciğerlerime doldurdum.
“Sağ ol evlat.”
“Dede sen kaç
yaşındasın?” Malum soruya gelmiştik. Teker teker gözlerine baktım ve tane tane
söyledim.
“Yedi yüz yirmi iki.”
İşte en heyecanlı yeri burasıydı.
Parmak hesapları
başladı yine. Yıllardır hiç şaşmıyordu bu. Küçük parmaklar benim kocaman yaşımı
hesaplıyordu. Asırlardır değişmeyen döngü.
Onlar hesap yapar, ben de gülümserdim ve asla gözlerimi onlardan ayırmazdım.
Çünkü hesabı bitirenlerin gözleri kocaman açılırdı ve bu da benim ayaklarımı
gıdıklardı.
Bir karış açık ağızlarıyla, buruşuk suratıma baktılar
yine ve ben de üç dişli gülümsememle onlara karşılık verdim.
“Vaaayy, çok yaşlısın
Dede.” Yine en küçükleri konuşmuştu.
“Sen de çok gençsin
evlat.” Asırlardır aynı muhabbet. Ama sıkılmıyordum. Asla.
Bir başka torunum başını gökyüzüne çevirmiş parıldayan
milyonlarca yıldıza bakıyordu. Başını indirmeden sessizce sordu.
“Dünya nerede Dede?”
Birden hüzünlendim. Bu
soru geldiğinde hep böyle olurdum. Parmağımı gökyüzüne kaldırıp. Hayal meyal
görünen bir yıldız kümesini işaret ettim.
“İşte oralarda bir
yerde.” Gözlerimi kısıp uzaklardaki evime özlemle baktım. Bu çok farklı bir
duyguydu. Henüz yüz yaşına varmadan ayrılmıştım oradan ama hatıraları hep
benimleydi. Hatıralar... Dünyanın içine eden o kel kafalı adam geldi gözümün önüne. Beyaz önlüğüyle cehennemi yeryüzüne taşımıştı o. Dünya acaba ne haldedir şimdi? Sokaklarda yürüyecek
yer kalmış mıdır? Bir evde en az sekiz kişi kalma zorunluluğu hala sürüyor mudur? Ya
da çocuk yapma yasağı? O pezevenk yüzünden tüm insanoğlu galaksinin dört bir
yanına dağılmıştı. Hatırlıyorum. Daha çocuktum. Kameraların karşısına geçip;
“Evet,”
demişti. “Ölümsüzlüğü bulduk.” Sonra şöyle bir kalabalığa bakmış ve
gözlerindeki parıltıyı kaybetmişti. Çökmüş bir şekilde yanındaki arkadaşına
eğilip kulağına fısıldamıştı.
“Ölümsüzlüğü bulduk da, şimdi ne bok
yiyeceğiz.”
Bulut TAR
Temmuz 2013
Beğendm :) Net!
YanıtlaSilvowww. Çok iyi...
YanıtlaSil