16 Temmuz 2013 Salı

KAHİN'İN KAYBETTİKLERİ



“Islaktı, evet ve kaygan.”
Sabırsızca konuştum. Uyanalı on dakika olmuştu ve kafamdaki detaylar birer birer siliniyordu. Koşmuştum. Çadıra ulaşana kadar tabanlarım şişmişti. Kalbim boğazımda atıyor, Kahin’in yarım açık kırmızı gözlerine bakıp, şişen ellerimi gösterirken ciğerlerim hırıldıyordu. Ne tesadüf o da yeni uyanmıştı.
“Dikenleri vardı üstünde, tuttum ama kaçıp gitti, hem de baloncuklar çıkararak!” Baygın bakan gözleri moraran avucumu süzdü.
“Battı! Hem de kemiğime kadar. Dikenlerin izleri var elimde. Bak, bak…” Elimi yaşlı adamın burnuna kadar soktum.
Kahin sol bacağını kaldırıp sessizce osurdu. Tilki osuruğu gibi sakin, ince bir sesti bu. Bir an dehşetle bacağına baktım. Sol bacak… Derin bir iç çektim ve baygın koku ciğerlerimi doldururken ister istemez rahatladım. Çünkü herkes bilirdi ki, eğer sağ bacağını kaldırsaydı, tüm erkek çocuklar ölür, hayvanlar çatlar, kadınlar kan işer, erkekler taş sıçar… Kısacası lanet üzerimize yağardı. Neyse ki uzun yıllardır kalkmıyordu o bacak.
Koku yavaşça dağılıp çadırın zeminine çökerken Kahin elime dikkatle baktı.
“Olur böyle şeyler,” dedi sakince ve kasıklarını kaşıdı. “Ben de senin yaşlarındayken bir rüya görmüştüm. Kalın dudaklı, şehvet düşkünü bir kadın şeyimi yalarken koparıp yutmuştu.” Tıslar gibi güldü. “Unutmadan, çekik gözlüydü orospu.” Ellerini iki yana açtı. “O günden beri onu arıyorum.”
“Kadını mı?”
“Çükümü, salak” dedi ve yüzüme sessizce sayıp sövdü.
Ağzının içinde gevelediklerini yarım yamalak da olsa duydum. Ne altım kaldı ne üstüm. Kahin böyleydi işte. İnsanın yüzüne küfür eder sonra da hiçbir şey olmamış gibi gülümserdi. Sövme faslını bitirince rahatladı ve her zamanki sakin sesiyle konuştu.
“Bana rüyanı anlat ama detayları atlama. Kaç diken battı avucuna?”
“Dört.”
Gece rüzgarı çadırın bezden duvarlarını şişirirken, gözlerini kapatıp fısır fısır hesap yapmaya koyuldu. Hesaplarını tamamlayıp, fısıltıları durulunca kedi gibi esnedi. Gözlerini açıp usulca sordu.
“Neye benziyordu?”
Rüyanın anıları gittikçe silikleşiyordu. Gözlerimi sıkıca yumdum ve tüm gücümü toplayıp düşündüm. Evet, ıslaktı, kaygandı, dikenleri vardı… Fakat başka? Gözler, evet!
“Gözleri vardı. İki tane. Garip kum rengiyle kızıl karışık, uzun bir vücudu, pörtlek, göz kapaksız iki gözü…”
“Balık diye bir şey duydun mu?” diye sözümü kesti Kahin.
“Hayır. O ne demek?”
“Gel, gel.” Kahin çadırın tozlu zeminine uzandı. “Gel yanıma yat.”
Çadırın loş ışığında yerde yatan yaşlı adama boş boş baktım. Pelte gibi yayılmış bana bakıyordu.
“Balık ne demek?”
“Başlatma balığına. Yanıma yat dedim sana.”
Yattım.
Yer buz gibiydi. Zemine çökmüş bayat osuruk kokusu genzimi tırmalarken, Kahin’in kemikli kolları vücuduma dolandı. Ses etmedim ama üstümden geçen hafif titremeye de engel olamadım. Yaşlı adam kıkırdadı.
“Ulan çüküm bile yok. Neden korkuyorsun geri zekalı?”
 Kahin’i kızdırmak cüret edebileceğim bir şey değildi. Kuvvetli bir nefesi, nefesinden kuvvetli osuruğu vardı. O kızışık koku kimini öldürür, kimine zevk verir, kiminiyse bağımlı yapardı. Kaç bahtsız o keskin kokunun müptelası olmuştu, kim bilir? Susup soğuk zeminde Kahin’in kolları arasında büzüştüm. Beni iyice sıkıp kulağıma fısıldadı. Nefesi gül kokmuyordu.
“Küçük bir ziyaret hepsi o kadar. Rahatla kuzucuk gözlerini kapa, açtığında oradayız.”
Kapadım ve Kahin’le sarmaş dolaş rahatsız bir uykuya daldım. Dalmadan önce aklımda tek bir soru vardı.
“Balık da ne ulan?”

Rüzgarın ıslığı ve zemine çökmüş yılların osuruğu…
Rüzgar çadır bezini hırpalayıp garip sesler çıkarırken gözlerimi araladım. Hava aydınlanmıştı. Kolları belimde, kafası omzumda, tek bacağı kalçamda öylece uyuyordu Kahin. Kene gibi yapışmıştı bana. Hafifçe doğrulup buruşmuş suratına baktım. Ağzı açıktı. Süt beyazı salyası ağzından omzuma akıyor, hırıltılı nefesi boynumu gıdıklıyordu. Omzumda oluşan beyaz birikintiye baktım. Midem kalktı.
Uyandırmadan, usulca kurtuldum kollarından. Ayağa kalkıp sessiz adımlarla çadırın bezden kapısına gittim. Keşke gitmeseydim. Keşke bunak Kahin’in kollarında uyuyup salyasının omzumdan göğsüme akmasına izin verseydim. Keşke hiç çadıra gelmeseydim. Keşke Kahin’i hiç tanımasaydım. UÇUYORDUK. Çadır bulutların üstündeydi. Bez kapıyı aralamamla kapamam bir oldu. Delirmiş şekilde arkamı döndüm. Kahin, kocaman sırıtışıyla oradaydı.
“Daha yolumuz var, tamam haklısın bu göz açıp kapama meselesi… Biraz abarttım kabul ediyorum. Gel uyuyalım, gel yahu, senle uyumak çok güzel.” Kahin yerde kollarını açmış beni bekliyordu ve biz, gariban bir çadırla bulutların üstünde tam gaz yol alıyorduk. Bu kadarı fazlaydı. Bayıldım.

Ayıldığımda her yer siyahtı. Ufak tefek noktacıklar hariç tabi. Kahin uyanmış çadırın yumuşak kapısından dışarıyı izliyordu. Gözlerimi kırpıştırdım. Noktacık? Daha büyük açtım. Işık? Siyah? Gözlerimi ovup tekrar baktım. Uzay? Yıldızlar? Ağzımdan küçük bir çığlık kaçtı. Nasıl toparlanıp Kahin’in yanına gittiğimi bilemedim. Kahin her zamanki sakin gülümsemesiyle beni karşıladı ve bez kapıyı sonuna kadar açıp beni dehşetin ortasına bıraktı. Karşımdaki dipsiz yıldız tarlası karşısında huşuyla büzüştüm. Sonsuzdu. Korkunçtu. Titreyen ellerimi yüzüme kapadım ve titrek bir sesle konuştum. İlk sorduğum soru beni bile şaşırttı.
“Nasıl nefes alabiliyoruz?”
“Çok kurcalıyorsun. Rahatla. Karıştırma.” Derin bir nefes aldı. “Bak ne kadar güzel. Taze uzay havası… Çek, çek ciğerlerine.” Kahin nefes antrenmanı yaptırır gibi abartılı nefesler aldı. Ardından yüzüne rahatlatıcı bir gülümseme yerleştirip elini omzuma koydu. Fakat ben elin farkına bile varamadım. Gözlerim kocaman açık, boktan bir çadırla uzaya çıkmanın tuhaf heyecanını yaşıyordum.
“Kahin,” dedim usulca. “Nereye gidiyoruz?”
Yaşlı adam eliyle omzumu sıktı. “Uzağa değil yahu Venüs’e, burnumuzun dibi.”
Venüs, gezegen, uzay, çadır… Kurcalamamak en iyisiydi.
“Neden?”
“Küçük bir ziyaret diyelim. Senin şu rüyan, gerçekten önemli gibi duruyor. Bir dostuma danışmam şart. Balık… Bunu yıllardır gören olmamıştı.”
Balık… Yıldızlardan daha fazla ilgimi çeken kelime buydu işte. Bakışlarımı Kahin’e çevirdim.
“Balık ne demek?”
Milyarlarca yıldıza şöyle bir baktı. Sonra sessizce cevapladı.
“İlkel bir canlı, suda yaşayan, öyle rüyanda gördüğün gibi bir şey fakat eski insanlar ona haddinden fazla anlamlar yüklemiş.”
“Ne gibi?”
“Dostuma sorarsın konunun uzmanı o. Zaten gelmek üzereyiz.” Venüs’ün kusursuz yuvarlağı dipsiz uzayda seçilmeye başlamıştı.
“Dostunun adı ne?”
“Taze Mezarın Bayat Ölüsü.”

Venüs’ün kızgın kumlarına yumuşak bir iniş yaptık. Keşke yapmaz olaydık. Cehennemin orta göbeği burasıydı. Dev bir çöl, korkunç bir sıcak…  İşte sana Venüs.
Kahin burnunda biriken terle çadırın kapısını araladı, sanırsın yüzümü alev yaladı. Berbat bir sıcak… Çadırdan dışarı adım atınca sanki kızgın yağın içine daldık. Balığın dikenlerinden şişmiş elim zonkluyor, kuma bata çıka yürüyen ayaklarım hissizleşiyordu. Uzaklardan yuvarlanarak gelen garip yaratığı görene kadar kısmen kavrulmuştuk. Gözlerimi kısıp gelen tuhaf şeye baktım. Sırtında koca bir kabuk, kısa bacaklar, kel, uzun bir kafa ve çizgi gibi gözler… İki ayak üzerinde yürüyen bir kaplumbağaya benziyordu. Hızla yaklaştı ve sıcak beynimizi kaynatırken önümüze kadar geldi. Boyu bacağım kadardı.
“Merhaba,” ilk konuşan Kahin oldu. “Ben Kahin.”
Yaratığın çizgi gözleri bir anda açıldı. Kahin gülümsedi ve isminin yaratığın üzerinde yarattığı tuhaf etkiyi keyifle izledi.
“Dostumla birlikte dünyadan geldik. Taze Mezarın Bayat Ölüsü’yle görüşmemiz gerek ve bu çok önemli bir konu.”
“Kahin… Siz o musunuz?” Bizim dilimizi konuşuyordu. Şaşıracak bir şey yok, ben de çadırla uçarak Venüs’e gelmiştim.
“Evet,” dedi Kahin.
Yaratık bir sevinç çığlığı attı ve kızgın kumun içinde defalarca takla attı. Yeniden doğrulduğunda yüzü mutluluktan aydınlanmıştı. Küçük pençeleri Kahin’in parmaklarına yapıştı.
“Yalvarırım yüzüme osurun. Bana onu bahşedin. Lütfen torunlarıma anlatacak bir anı verin bana.”
Güneş etimizi kızartmaya devam ederken Kahin sevecen bir bakışa baktı yaratığa ve arkasını dönüp ince bir fısırtıyla verdi istediğini. Sessiz fısırtı, bu zevk veren türedendi. Eğer sesli, sert bir osuruk olsaydı Venüs’ün çöllerinde güneşten önce ölüm hüküm sürerdi.
Baygın koku yüzünde dolaşırken yaratık kendinden geçti. Kumların üzerine çuval gibi düşüp dev bir gülümsemeyle yuvarlandı.
Kahin çenesinden damlayan teri koluna silerken kendinden geçmiş yaratığa sordu.
“Bizi Taze Mezarın Bayat Ölüsü’ne götürecek misin?”
Yaratık yattığı yerden hafifçe doğruldu. Kahkaha atar gibi sordu.
“Parolayı biliyor musunuz?”
Parola mı? Kahin’e baktım.
“Yıllar önceki değişmediyse, evet” dedi.
Biraz daha doğruldu. “Dene şansını o zaman.” Baş döndüren osuruğu yiyince samimileşmişti.
Kahin ağzına giren terleri püskürterek konuştu. “Sikime macun.”
Yaratığın çizgi gözleri yeniden kocaman oldu ve bir hayret çığlığı attı.
“Doğru!”

“Balık mı? Bunca yıl sonra ha?” Uzun bir kahkaha attı Taze Mezarın Bayat Ölüsü. “Seninkini bulduk galiba.”          
Asırlar bir yaratığa neler yapabilirdi? Bir canlı ne kadar buruşabilirdi? Karşımdaki yaratık ölü değildi. Asla. Fakat ölmek için iyi nedenleri vardı. Sırtındaki kabuğu hariç sümük gibiydi vücudu. Kemikleri erimiş, eti muhallebi gibi olmuştu. Fakat gözleri bilgeliğin ateşiyle parıldıyordu. Kahinle beni görünce yok olan kaslarından artakalanlar hafifçe seğirdi. Küçük bir titreşim o kadar. Sonra parlak gözlerini dikip tuhaf hikayemizi dinledi.
Yeraltındaydık. Kavuran sıcaktan kurtulmuş, aşağının kuru serinliğiyle kendimize gelmiştik. Taze Mezarın Bayat Ölüsü’nün geniş odasında ayakta dururken, osuruk sarhoşu yaratığın uzaklardan gelen kıkırtılarının yankılarını dinliyorduk.
“Gel bakayım yaklaş,” dedi bana. “Şu elini göster de ben de göreyim.”
Gösterdim.
Kemiksiz, yumuşak pençesi elimi tuttu ve gözlerini kısarak çürümüş meyveye benzeyen kel kafasına yaklaştırdı. Diken izlerine, arada küçük homurtular çıkararak uzun uzun baktı. Sonunda derin bir iç çekti ve birkaç küfür fısıldayarak gözlerini elimden kaldırdı.
“Bu adam yıllardır o balığı arıyor.” Kahin’i gösterdi. “Adalete bak onun dip köşe aradığı şey senin gibi bir geri zekalının önüne çıktı.” Yine sessiz küfürler hem de yüzüme karşı. “Ulan şunu sıkı tutsaydın ya. Kaçırılır mı o. Elli yıldır ortaya çıktığı yok.” Elimi tüm gücüyle ittirdi ki bu hafifçe bırakmakla eş değerdi. “Senin eline sıçayım!”
Kahin’in gözleri parladı ve merakla sordu.
“O olduğundan emin misin?”
“Ne demek emin miyim? Ben unutmam. O çekik gözlü karının midesini ben deştim. Daha sindirmeden hem de… Oradan çıkışını ilk ben gördüm. O zamanlar tam değişime uğramamıştı ama dikenleri oluşmuştu. Tam sırtında! Dört tane! Asla unutmam.” Hırıltılı bir nefes aldı. Kabuğunu dikleştirip devam etti. “Peşini bırakmadım. Asla! Senin çükünün peşinde bir ömür geçirdim. Tamam, kabul, senin o baygın osuruğun beni hayatta tutuyor. Fakat ben vefa nedir bilirim. Yapılan iyilikleri unutmam. Bunları bir doz osuruk için değil, dostum olduğun için yaptım.”
Kahin sessizce tısladı.
“Biliyorum.” Hayal kırıklığı yüzünden akıyordu.
“Siz insanlar garip yaratıklarsınız. Ulan balığı çüke benzeten başka bir ırk olur mu yahu?” Kahkahaları Venüs’ün yeraltı dehlizlerinde yankılandı. “Ama Kahin,” diye devam etti. “Dünyalıların en tuhafı sensin. Yıllar önce, rüyalar gerçek olsa dedin. Oldu. Ama hayat işte, nefesinin kuvveti çüküne mal oldu. Fakat iyi de kullandın bu rüya işini ha. Ulan çadır uçar mı hiç? Uçtu. Uzayda fink attın. Oradan oraya dolaştın. Osuruğunu satıp itibar satın aldın. Sağ bacak hikayesini anlatıp tüm yaratıkları korkuttun, biz de dahil. Sanki tüm galaksinin kaderi senin sağ bacağını kaldırıp osurmana bağlı. Bundan hala emin değilim ve öğrenmek de istemiyorum.” Dalgın dalgın baktı. “Ah Kahin çükünün peşinde bir ömür harcadın. Ben de seninle tabi. Şu salak rüyasında balık gördü diye kalktın buralara geldin. Şu beyinsiz onu tutsa şimdi kaybolan gençliğini yaşayacaktın. Şunun tipine bak. Senin tipine sıçayım, beceriksiz ibne.”
Kahin’in donuk bakışları üzerimde gezindi. Buz gibiydi. Etimi deldi bu bakışlar. Tepeden tırnağa süzüp, çükümde takılı kaldı dehşetengiz gözleri. Taze Mezarın Bayat Ölüsü yılan gibi tısladı.
“Bence bunu hak ediyor Kahin.” Peltemsi ağzını büzüp irkilten fısıltısını kulaklarıma yaydı. “Hak ediyor bunu.”
Hatırladığım son şey Kahin’in dehşet saçan gözleriydi. Sonrasıysa, sonrasını hiç sormayın.

Acı, ızdırap, keder…
Gözlerimi sonsuz bir acıyla açtım. Kan vardı. Üstünde yattığım otlar kızıla boyanmış, kasıklarım ızdrabımın merkezi olmuştu. Etrafıma baktım. Ağaçlar… Ormana benziyordu burası. Venüs? Değil. Dünya? Bilemedim. ÇADIR NEREDE? KAHİN? Çığlık atmak istedim, atamadım. Elimi kasıklarıma götürüp kocaman bir boşluğu avuçlayınca, kahkahayla karışık bir böğürtü koyuverdim. Ormanda sesimin kaba yankıları döndü. Sonra onlar da sustu.


Bulut TAR
Tanaşa
Temmuz 2013

1 yorum:

  1. Venüse kadar git şu başına gelenlere bak. Değişik eğlenceli tarzı olan bir öykü. Sevdim :D

    YanıtlaSil