Peşimdeki topal yaratığı kaçamak bir bakışla tekrar süzdüm. Hala arkamdaydı piç. Kan kokusunun kudurttuğu bir yaratığı gökten tanrı inse durduramazdı kuşkusuz. Öğle güneşi tepede, pis, nemli yaz sıcağı her yerdeydi. Dağ yolunda, eski manastırın kilometrelerce uzağındaydım. Dönüp arkamdan gelen ucubeye bir daha baktım, topal bacağını sürüye sürüye geliyordu.
Yakaladığım kuzuyu
parçalarken görmüştü beni. Kan toprağa akarken, dev bir çınarın dibinde çökmüş,
hayvani bir iştahla beni izlemişti. Uğursuz gözlerinin içine bakarak
parçalamıştım hayvanı. Sonra da bir budunu sırtıma vurmuş, gerisini de çiğ çiğ
yemiştim. Şimdi kuzunun ılık, ıslak eti çıplak sırtıma değiyor, berbat öğlen
sıcağıyla birlikte kanla karışık ter sırtım boyunca akıyordu.
Dişlerimi sıktım, bu
ucube midemi bulandırıyordu. Arkamdaki aksak adımlarını duydum yine. Sinsi it.
Dilim, dişimin arasına kaçmış küçük et
parçasıyla oynuyor, ağzımda hala kan tadı dolaşıyordu. Derin bir nefes aldım ve
durdum. Peşimden gelen düzensiz adım sesleri de bıçak gibi kesince yüzümde bir
tebessüm dolaştı.
“Korkak ibne” dedim sessizce.
Arkamı döndüm. Kavruk bedeni, kıllı şekilsiz
suratıyla topal ucube oradaydı. Tedirgin ama iştahla bakıyordu sırtımdaki kanlı
buda. Dişlerimi sıkarak ama yüksek sesle konuştum.
“Yoluna git yoksa dökerim bağırsaklarını.”
En fazla on metre uzağımdaydı ve yabanıl
gözleri delice bakıyordu. Bir adım geri atar gibi oldu sonra vazgeçti. Ağzını
açtı, perişan sesi kasıklarımı kaşındırdı.
“Açım. Yalvarırım.”
“Ot ye it” dedim çukuruna kaçmış gözlerine
bakarak. “Fakat bana ilişme. Senin gibi yüzlercesinin derisini yüzdüm ben. Taş
baltamla kemiklerini dağıtıp, ay ışığında kanlarıyla yıkandım. Etimden çek
gözlerini yoksa götünü keser sana yediririm.”
Yaratık çömeldi ve iç parçalayan bir böğürtü
koyuverdi. Elleri yerleri dövüyor, çaresizlik gözlerinden fışkırıyordu.
Güneş ensemi yaktı, beynimi kavurdu. Ter
burnumdan damlıyordu. Elimle yüzümü sildim ve şekilsiz ucubenin yabanıl
gösterisini genişleyen bir sırıtmayla izledim.
“Ölüyorum piç. ÖLÜYORUUUM.” Çığlıkları dağdan
yankılanıp geri döndü. Zayıflıktan içine kaçmış karnını çekiştiriyordu şimdi.
Yanına gittim ve kafasından tutup kaldırdım
iti. “Geber orospu çocuğu” dedim kulağına. “Atalarını da bu çayırlarda
becermiştik. Sen de burada geber.” Feri kaçmış gözlerine baktım ve o pis
suratına nefret kustum. “Hatırlıyor musun eskileri? O süslü elbiselerinizi
ellerimizle parçaladık. Parfüm kokan inlerinizi bir tekmeyle dağıttık.
Hatırlıyor musun ha? Soyunuzu biz kuruttuk. Kanınızı içtik, ırzınıza geçtik,
etinizi yedik. Şimdi gelmiş bana açım diyorsun.” Dişlerimi göstererek güldüm. “Senin
tok olman günah.”
Yaratık yüzüme kederle baktı. “Bu dili
nereden öğrendin?” dedi. Yüzündeki keder yerini acı bir gülümsemeye bırakıyordu şimdi.
“Sen geçmişi ne kadar hatırlıyorsun ki yamyam piç?” Gülümsemesi genişledi.
“Laboratuvarları hatırlıyor musun? Beyaz fayanslar ha? İçinde büyüdüğün küvezi?
Cevap versene orospu çocuğu?
Kafatası iç gıcıklayan bir çıtırtıyla elimde
dağıldı. Cevabım un ufak olmuş kemik ve peltemsi beyindi. Tam bana göre, tam
bize göre. Ölü kulağına eğildim hırsla soludum.
“Senin vaden doldu, şimdi benim zamanım.”
Leşi yere bıraktım ve dar patikada yoluma
devam ettim. Sırtımda kuzu budu, elimde insan beyniyle.
Bulut TAR
Mayıs 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder