23 Mayıs 2013 Perşembe

TOZ

        Uzun, ince bacaklı Keela kendini hiç zorlamadan, küllerin savrulduğu caddede ilerledi. Bir zamanlar yol olması gereken tozlu erimiş kül rengindeki asfaltın etrafındaki boş binalar ona üstünde asılı, gri ayı anımsattı. Savrulan rüzgarın takırdattığı bir şeyler inildedi. İskeletleri demir yumaklarına dönmüş, renksiz araçların üstünden 4 eklemli bacaklarıyla sorunsuzca atladı Keela. Duyargası etraftaki rüzgarın titreşimlerini aşarak olağandışı olması gereken bir şeylere odaklanmaya çalıştı. Metalik renge bürünmüş algısında kırmızı bir nesne nabız gibi attı. Titreşimi unufak olmuş binaya kadar izledi. Önünde, başlık taşıyan insan sembollerinin asıldığı paslı tabelalardan buranın bir insan saldırı üssü olduğunu anladı. Kafası kelimelerle, mecazlarla ve mütemadiyen insan kültürüyle boğuşmayı becerse de görsel dünyaları ona çok kısır ve düğüm düğüm geliyordu.    
        Aradığı şeyi bulduğunda onu kaldırıp çıtır çıtır dokusuyla eğlendi. Üzerine düşünmesi gereken zamanı harcamaya hazırlanmadan önce bile aradığını bulduğunu biliyordu. 

         Keela üssüne sığınmış dışarıdaki iyon fırtınasının uğultusunu dinlerken, kendine tanıdığı zamanda mantıklı sonuçlara varmaya çalışıyordu. Karbon tabanlı, ısıyla elde edilmiş nesneyi ve sonradan içinde fark ettiği keratin tabanlı diğer maddeyi düşündü. Onun ne olduğunu anlamadan bile hoşuna gitmeyecek bir şey olduğunu hissetmişti. Duyargası kaşındı. Nesneyi parmaklarında yavaşça çevirdi. Verdiği his artık o kadar da hoşuna gitmiyordu ve içine kapatılmış salınan, kararmış şey de buna dahildi. İçinde fazla uzağa gidememiş hayaller ve karanlığa terk edilmiş sevginin küflenmiş ümidi vardı. Hala yaşıyor diye düşündü, duyargası kaşınarak. Hala tutunuyor. Onu yaratıp kafese koyanlar etrafta uçuşan küllerin anısına dönüşmüşken bile yaşıyor. 
     Keela bu hissi süssüz metaforlarla tanımış, devasa veri bankalarındaki kaynakları kullanarak yolculuğu boyunca insan duygularında uzmanlık geliştirmişti. Gülmek ve kahkaha atmak, acıyla sırıtmak ve alaycı olmak, evcil hayvanını ve büyük anneni sevmek, yaralı birinden uzak durmak ve özellikle yaralı birini bulmak, sevinçten ya da sadece istediği için ağlamak. Sonuncusunu biyolojisi gereği başaramayacağını düşünse de tanımsal olarak tam karşılığını öğrenip, hissetmişti.  Bütün o ön hazırlık ve eğitim en nihayetinde işine pek yaramadı. Sıcak, kül ve nükleer serpintiyle kavrulmuş gezegenin taşıdığı duyguların hayaletleri bile hiçbir şeye kendini hazırlayamadığını ona ilk elden gösterdi. Duyargası sevgiyi algılayıp Keela’nın ortak zihnine aynı hissin karşılığını kodlarken yaşadığı kontrollü sevinç bile artık çok gerideydi. Yaşadığı şeylerin yeniliği, farklılığı artık yoktu. Merak etmesi ve öğrenmesi için ona algı verilmişti ama bu sancılı sevinç bile onu hissettiklerinden koruyamıyordu. 
      Transfer cihazını kapatıp küçük tesisin her yanında hissedilen insan müziğini açtı. Uvertür’ün titreşimi eklemlerini istem dışı germesine sebep oldu. Nesnenin ağız kısmını dikkatlice kesip içindeki kararmış keratin tabanlı maddeyi çıkardı. Beklediği gibi paramparça oldu. Ufak parçaları elinde toza dönüşürken, içinden bir titremenin onu sardığını fark etti. Yine oluyordu. 

Seni seviyorum. 
Seni seviyorum, dedi ona.
Benden vazgeçme. 
Asla, dedi.
Beni neyle kıyaslardın?
Seni güneşle kıyaslardım.
Ben güneş değilim.
Hayır, dedi ona.
Sen burada herkesin tepesinde asılı güneş değilsin.
Sen dişil, soluk güneşimsin…
Burada öyle bir yıldız yok, 
Yalan mı söylüyorsun? dedi ağlamaklı
Bir yıldıza yalan söylesem fark eder mi?
Dudağının kenarını istiyorum dedi ona,
…Yanaklarını istiyorum,  gözlerinin üzerimde
Kalmasını, elini, yumuşak hissini, içindeki eti ve kemiği, diye tamamladı diğeri.
Seni ve her sabah doğup tan yerinde gömülen bir güneşin sabahındaki yokluğunu istiyorum. 

        Keela eklemlerinin kıvrılabildiği ölçüde ters yatmış bir örümcek gibi yığılıp kalmıştı. Müzik ölü notalarını çınlatırken titreyen sadece duyargası değil bütün bedeniydi. Bundan bir tane daha yaşarsa sadece hissettiklerinden öleceğine inanıyordu ama atlatmıştı. Şimdi emindi ki bunu bir daha yaşarsa ölürdü. Bu diğerlerinden farklı mıydı? Hayır, dedi kendi kendine. Hayır değildi. Diğer milyonlarcasının ki gibi bir acının rahiyası, aroma aynıydı. Ama…
         Ama… Bu nesne aradıkları şey olabilir miydi? İnsanın içine hislerini kilitleyebildiği bir makine, işini ne kadar kolaylaştıracağı o an umurunda bile olmadı. Fırtına hafifleyince nesneyi Reea’ya götürmeye karar verdi. Nesnenin kullanım amacını öğrenebilirse çıkardığı hissi bir daha yaşayıp yaşamayacağını bilebilir, kurala uygun şekilde kataloglayabilirdi. 
Sonra müziği kapatıp yalnızca fırtınayı dinledi.

        Külle karışık kar üzerinde birikirken Reea’nın örnek topladığı yere öğlene doğru vardı. Keela onun görüşüne girmeden çok önce onu duyargasıyla selamlamış, konuyu da açmıştı. Reea ön kollarını oynatma gereği duymadan geriye uzandı.
Nesne bu mu? Katalog dışı…
Taramadım, sadece sana sormak istedim. İnanılmaz güçlü bir… İletken olabilir mi?
‘His taşıyıcı gibi’ mi? Reea duyargasını alayla kıstı.
Olabilir. 
Değil. Daha ilk bahsettiğinde olmadığını anladım. Düşünmeye bile gerek yok, o istediğin şey değil.
Ne peki? Bu kadar yoğun, ne hissettiğimi sana iletemem bile, felç olursun!
Duyarga kısılması. Öfke.
Keela, 
Evet,
Bu uzun süreli koruma için tasarlanmış bir sıvı taşıma kabı, bu şimdi…
Evet?
O sadece bir su şişesi, içindeki toz da insan saçı.
Anlıyorum.
Nadir bir şey bulmuşsun, tebrik ederim.
          Teşekkür edip onu işiyle baş başa bıraktı.

        Keela güneşin batışına kadar iyice sönmüş fırtınanın içinde yürüdü. Üssünden amaçsızca hiç bu kadar uzaklaşmamıştı. Kabın ağzı için uydurduğu kapağı açıp içindeki toz keratini rüzgara saldı. Verileri kontrol etmedi, fırtına bir süre daha buralara uğramayacaktı, bunu biliyordu. Esintiye usulca bıraktığı tozun renginin bir zamanlar sarı olduğunu bildiği gibi. 
          Keela ağlamaya başladı, ama bunu fark etmediği için kataloglayamadı.


Tolga 

2012

Çorlu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder